TÜRK İSLAM TARİHİ VE İSLAMİYET HAKKINDA HER ŞEY
  TEFEKKÜR İLE İLGİLİ KAVRAMLAR
 
TEFEKKÜR İLE İLGİLİ KAVRAMLAR
   
   Ebubekir Sifil
   
   Tefekkür" kelimesi sözlükte "düşünmek, dikkatlice anlamaya çalışmak" manasındadır.
   El-Cürcanî, tefekkürün "kalbin maksada vasıl olmak için eşyanın manalarını anlamaya yönelmesi" veya "eşyanın hakikatini idrak etmek için kalpte olan bilginin ihzar edilmesi" şeklinde gerçekleşen bir faaliyet olduğunu belirtir. (et-Ta'rifat, 63).
   Tefekkür ile yakın ilişkisi bulunan "taakkul" kelimesi de "düşünmek", "akletmek" ve "akıl erdirmek" anlamlarına gelir. Bu fiilin anlattığı durum da tıpkı tefekkürde olduğu gibi kalpte vuku bulur.
   Akıl, İslâm alimlerine göre "madeni kalp ve ruhta, ışığı dimağda bulunan bir nur-u manevidir.” (Elmalılı, I, 566).
   Nitekim "Yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, düşünecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun…" (Hâc/46) mealindeki ayet-i kerimede, "akletme" fiilin doğrudan kalbe izafe edilmesi, bu noktayı açıklığa kavuşturmaktadır. Yine Kur'an'da "derinlemesine kavrayış" anlamında geçen "tefehhüm"ün yeri de kalptir. (Bkz. el-A'raf/179)
   Arap dilinde "kalp" ve "akıl" kelimelerinin anlamdaş olması ve birbiri yerine kullanılabiliyor olmasının da burada altını çizmemiz gerekir. (İbn-i Manzur, IX, 326)
   Aynı anlam çerçevesine giren fiillerden bir diğeri "teemmül"dür. Bu kelime de "bir işin hakikatini idrak etmek maksadıyla teenni ile ve tekrar gereği gibi düşünmek" anlamındadır.
   Bu kelimeyi tefekkürden ayıran ince fark, teenni ile ve ihtiyatlı bir şekilde yapılan düşünce eylemini anlatmasıdır. Zira teemmül kelimesinin bir diğer anlamı da, "ihtiyatla hareket etmek, işi sıkı tutmak” manasındaki "tesebbüt"tür.
   Tefekkür kelimesi ile yakın anlamlı bir başka kelime de "tedebbür" dür. Bu kelime ise "bir konunun sonunu mülahaza ve tefekkür etmek" manasındadır.
   "Kur'an'ı tedebbür etmezler mi?" (Nisa/82; Muhammed/24) ayeti, müfessirlerin beyanına göre, inkârcıları Kur'an hakkında düşünmeye çağırmakla Hz. Peygamber (A.S.)'ın doğru söylediğine işaret etmektedir. Zira Kur'an hakkında gereği gibi düşünüldüğünde şu üç husus görülecektir: 1- Kur'an'ın fesahati, 2- Gaybdan haber vermesi, 3- Çelişki ve aykırılıktan salim olması.
   Muhatapları bu üç husus üzerinde gereği gibi "tedebbür" etmeye çağıran Kur'an'ın anlatmak istediği şudur: Eğer onlar Kur'an üzerinde gereği gibi tefekkür edecek ve peşin hükümlerle hareket etmeyip teenniyle ve enine boyuna düşünecek olurlarsa, onun hak olduğu gerçeğini kavrayacak ve Hz. Peygamber (A.S.)'ın sıdkına inanacaklardır. Ancak onlar böyle yapmak yerine, alelacele verilmiş karar ve hükümlerle hareket ettikleri için Kur'an'ın davet ettiği "tedebbür"ü yakalayamamakta, dolayısıyla da yanlış hüküm vermektedirler.
   Bütün bu kavramların tek ortak noktası, düşünme eylemini çeşitli vecheleriyle anlatmaları değildir. Aralarındaki bir diğer ortak nokta da, anlattıkları eylemin kalpte vuku bulmasıdır.
   Dolayısıyla, düşünce fiilinin akıl ile yapıldığını söyleyen bazı İslâm alimleri, -daha önce de geçtiği üzere aklın madeni kalp olduğu için- burada kalbe zımnen bir atıf yapmış olmaktadırlar.
   Şu halde dilimize yerleşmiş olan ve aklın "başta" olduğunu ihsas eden, "akıl yaşta değil, baştadır.", "aklı başından gitmek", "aklı başına gelmek" gibi atasözü ve deyimleri, aklın ışığının dimağda olması yönünde doğru ve fakat aklın merkezinin başta olduğunu ihsas etmeleri yönünde yanlış olduğunu söylemek durumundayız.
   
   


TEFEKKÜR İLE DÜŞÜNCE ARASINDAKİ FARK

   Dilimize modern zamanlarda girmiş olan "düşünce" kavramı, özünde insan için en üst düzeyde ve soyut düzlemde gerçekleştirilen zihnî bir faaliyeti anlatır; tamamen aklın kendisinin koyduğu kurallara göre işler ve aklın üzerinde/dışında bir bilgi edinme vasıtası kabul etmez… Böyle olduğu içindir ki, "düşünce" eylemini en üst düzeyde gerçekleştirdiği halde hidayeti bulamayan yüzlerce filozof, düşünür, ve düşünce adamından söz edilebilmektedir.
   Bu kavramlarla ifade edilen faaliyet ve o faaliyeti gerçekleştiren insan, kendi içinde tutarlı ve bütünlük arz eden bir sistem dahilinde hareket ettiği sürece, vardığı sonucun şu veya bu şekilde tezahür etmesinin bir önemi yoktur. Dolayısıyla böyle bir faaliyetin ulaşacağı "gerçek", göreceli yani kişiden kişiye değişebilir olmaktan kurtulamaz.
   Yine böyle olduğu içindir ki, klasik İslâmî metinlerde bağımsız bir faaliyet olarak "İslâm düşüncesi" (el-Fikru'l-İslâmî veya et-Tefekkürü'l-İslâmî) diye bir ifadeye rastlanmaz. Ve elbette düşünür, düşünce, fikir/düşünce adamı, mütefekkir gibi kavramlara da...
   Tefekkür ve yukarıda zikrettiğimiz yakın kavramlar, insanın maksada vasıl olması için tırmanması gereken "oluş merdiveni"nin ilk basamağı değilse de, kesinlikle son basamağı da değildir. İslâm'ın insandan istediği tefekkür, kişiyi Allah Tealâ'nın varlığını, birliğini, sonsuz kudret ve azametini, merhamet ve hikmetini idrake (eserden müessire) götüren tefekkürdür. İnsanoğlu vahyin muhtevasına, tabiata, varlıklara ve kendi yaratılışına bakarak, bunlar üzerinde tefekkür, tedebbür, teemmül ve taakkul ederek az önce belirttiğimiz gerçekleri ilme'l-yakîn görecektir.
   Eğer tefekkür ve anlamdaşı kavramlar ile "düşünce" arasında bir paralellikten söz edilebilir ise, bunu ancak bu minval üzere yürüyen düşünce için yapabiliriz. Şu farkla ki, yukarıda sözünü ettiğimiz ilme'l-yakîn noktasına ulaşıldığında "düşünce" faaliyetinin fonksiyonu sona ermiş ve son noktaya ulaşılmış olmaktadır.
   Ancak, tefekkür ve anlamdaşı kavramlar için durum böyle değildir. Zira bu kavramların anlattığı faaliyet ile başlamış olan “maksuda erme" sürecinin bundan sonra tırmanılması gereken başka basamakları da vardır.
   Şöyle ki: Kişi tefekkür ile başladığı bu süreçte aşamalı olarak öyle bir mertebeye ulaşır ki, sonunda tefekkürle elde edilmesi mümkün olan her nazarî bilgiye vasıl olur.
   Bir sonraki adım, bazı bilgilerin kişide "hads" yoluyla oluşmasıdır. Hads, bilginin kalbe bir anda gelmesi demektir. Bir nevi "ilham" diyebileceğimiz bu bilgi edinme türü, kişide uzun süre ve usulüne uygun olarak yapılan tefekkür, mümarese ve tecrübe sonucu kesbi olarak hasıl olabileceği gibi, tamamen vehbî ve fıtrî de olabilir. Bu ikincisinin en son mertebesi, peygamberlerin bulunduğu mertebedir.
   "Kuvve-i kudsiyye" de denen bu melekenin tam anlamıyla yerleşmesi neticesinde, kişide bütün bilgiler hads yoluyla oluşur ki, bu noktada insan süflî bağlardan kurtulmuştur. Bundan sonrası ise kişiye gayb aleminin kapılarının açılması aşamasıdır.
   İşte Kur'an, insanları genel olarak akletmeye çağırmakla onları merdivenin ilk basamağına yönlendirmektedir. Bir başka deyişle "düşünce" faaliyeti, insanı uçsuz bucaksız bir vadide özgürce, başıboş ve sonuçsuz bir macera için dolaşmaya çağırırken, "tefekkür", onun elinden tutup, disiplinli ve hedefi belli bir faaliyet ile "oluş" merdiveninin basamaklarını tırmanmasına yardımcı olmaktadır.
   Nitekim bir kısım rivayetlerde Hz. Peygamber (A.S.)'ın "Allah'ın yarattıkları (yaratması, nimetleri) hakkında tefekkür edin; Allah hakkında tefekkür etmeyin" (Feyzu'l-Kadir) buyurduğu nakledilmiştir. Böyle bir sınırlama "düşünce" eylemi için mümkün değildir; buna mukabil "tefekkür", böyle bir sınırlama olmaksızın makbul ve netice verici olamaz.
   Sonuç olarak, aralarındaki bu çok büyük fark dolayısıyla, son zamanlarda İslâmî metinlere de iyice yerleştiği görülen "düşünce" tabirinin ve bunun Arapça karşılığı olarak "tefekkür" veya "fikr" kelimesinin kullanılması yanlış ve sakıncalıdır.
   Yukarıda çerçevesini çizdiğimiz muhtevada ve tamamen İslâm'a özgü bir tefekkür vardır, ancak "İslâmî düşünce/İslâm düşüncesi” yoktur. Buna mukabil bir "Batı tefekkürü"nden veya "felsefî tefekkür"den söz edemeyiz, ancak "Batı düşüncesi"nden veya “felsefî düşünce"den söz edebiliriz.
   
 
 
  90658 ziyaretçi  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol