TÜM TARİHİ KONULARI |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|

Tanburi Cemil Bey
Türk Musikisi'nin gelmiş geçmiş en büyük virtüözlerinden biri olan Tanburi Cemil Bey, 1873 yılında İstanbul'da doğmuştur. İlk müzik bilgilerini, orta okul sıralarında ağabeyi, Ahmet Bey ve Kemani Aleksan' dan almıştır. Enstrüman çalmaya karşı ilgisi on yaşlarında keman ve kanun ile başlayan Cemil Bey, daha sonra başladığı ve ismi ile bütünleşen tanbur sazı ile virtüözlük derecesine ulaşmıştır. Tanburdan başka, kemençe, lavta ve viyolonsel gibi sazları aynı ustalıkla icra ederek başlı başına bir ekol sahibi olmuştur. Enstrüman çalmakta erişilmez mertebeye yükselmiş olan Cemil Bey, aynı zamanda iyi bir bestekardır. Yaptığı eserlerle, Türk Müziği saz icrasına yepyeni ve modern bir tarz, değişik bir yorum getirerek icracılığın mükemmelleşmesinde en büyük rolü oynamıştır. Özellikle, taş plaklara yapmış olduğu taksim kayıtları, makam, üslup ve tavır açısından bir ders niteliği taşımaktadır. 29 Temmuz 1916 yılında İstanbul'da ölen Cemil Bey sözlü eserlerin yanında birçok saz eseri bestelemiştir. Ayrıca taksimlerinin yanında pek çok eserini de yaş plaklara çalmıştır.

Tevfik Fikret
24 Aralık 1867'de İstanbul'da, Aksaray semtinde doğdu. Babası Hüseyin Efendi, Çankırı'nın bir köyünden çıkmış, İstanbul'a gelmiş, Urfa mustasarrıflığına kadar yükselebilmiş bir Anadolu çocuğu... Tevfik Fikret de babası gibi, dürüst, vakarlı bir insan olarak yetişmiştir. İlk öğrenimine, Aksaray'ın Mahmudiye Rüşdiyesi'nde başladı. Sonra Galatasaray'da okumasını sürdürdü. Okulda iken, dürüst, temiz, disiplinli bir insan olarak tanındı. Daha 14 yaşında iken, "Nazmi" takma adıyla şiirler yazdı. Galatasaray'ı, 1888'de birincilikle bitirdi.
İlk memuriyeti, Hariciye istişare Odası'ndadır. Burada iken, Bülbül Tevfik Paşa'nın dikkatini çekti ve onun aracılığı ile Sadaret Kalemi'ne terfî etti. Tevfik Fikret, bir taraftan Sadaret Kalemi'nde çalışıyor, bir taraftan Ticaret Okulu'nda Fransızca ve Türkçe dersleri veriyordu. Bu sırada, Galatasaray Okulu, Türkçe öğretmenliği için bir yarışma açmıştı. Buna girdi, kazandı ve okuduğu okulun Türkçe öğretmeni oldu. Bu dönem, aynı zamanda Tevfik Fikret'in şiirde atılımlar yaptığı dönemdir. "Mirsat" dergisinde Mehmet Tevfik imzasıyla şiirler yayınladı. Daha sonra, İsmail Safa ile birlikte "Malûmat" gazetesini çıkardı. En sonra 1896'da, Recaizade Ekrem'in aracılığı ile, Servet-i Fünun dergisinin edebiyat yönetmeni oldu. Bu dergide, çağın en ünlü şairleri, romancıları, hikayecileri, fikir adamları yazılar yayınlıyorlardı.
Fikret, bu döneminde, o kendine has üslûbu, o vurucu ifadeyi buldu ve geliştirdi. Şiirlerini daha çok toplumun sorunları üzerinde yoğunlaştırıyordu. Yayınlanan ilk şiir kitabı: "Rubab-ı Şikeste"dir (1896). Büyük ilgi topladı. Kısa bir süre içinde satıldı ve Tevfik Fikret bir anda, Türkiye'nin en tanınmış, ünlü şairi oluverdi. Devlet yönetiminin özgürlükleri kısıtlaması ve baskıya alması, Tevfik Fikret üstünde boğucu bir etki yapıyordu. "Sis", "Bir Lahza-i Teahhür", "Tarih-i Kadim" gibi şiirlerini bu sıralarda yazmış ve bu şiirleri yayınlanamadığı için, o günün gençliği ve devrimci aydınları arasında, elden ele geçerek okunmuştur.
1908 devriminden sonra bu şiirleri "Tanin" gazetesinin birinci sayfasında yayınladı. Fakat "İttihat ve Terakki" fırkasının yönetimi de Fikret'in düşüncelerine uygun düşmüyordu. Bir avuç aydın, birbirine düşmüştü. Osmanlı Devleti’nin başında tehlike bulutları dolaşıyordu. Politikadan nefret etti ve bu sırada, teklif edilen Galatasaray Sultanisi'nin müdürlüğünü kabul ederek, kendisini eğitime verdi. Tevfik Fikret'in şairliği, kültürü, düşünce yapısı tartışılabilir; üzerinde çeşitli yorumlar yapılabilir; fakat, Tevfik Fikret'in karakteri üzerinde hiçbir tartışma yapılamaz. Dürüst, faziletli, inandığı gibi konuşan, inandığı gibi yazan ve inandığı gibi davranan ve yaşayan bir insandı. Birçok şairler, yazarlar, sanatçılar, hayatları ile eserleri arasında tam bir köprü kuramamış olabilirler ama Tevfik Fikret, eserleriyle hayatı arasında tam ve kusursuz bir köprü kurabilmiş seyrek insanlardan biridir.
"Millet yoludur, hak yoludur, tuttuğumuz yol,
Ey hak yaşa, ey sevgili Millet, yaşa, varol!.."
diye yazıyordu; fikirleri ve duyguları da budur. Abdülhamit'e suikast yapan Ermeni'ye "Şanlı avcı" demek zaafını mı gösterdi; bu zaafı da hayatında taşır... Velhasıl Fikret, dış planında ne gösteriyorsa, iç planında da onu yaşamıştır.
Galatasaray Sultanisi, onun zamanında en ileri ve örnek bir okul haline geldi. Öğrencilerini de kendisi gibi dürüst, ahlâklı, temiz yetiştirebilmek için çok çalıştı. Okulu istediği duruma getirmek için, hem Maarif Vekâletiyle boğuşuyor, hem okuldaki Fransız öğretmenlerin fanatikliği ile uğraşıyordu. Bu sırada devletin bütçesi açık veriyordu. Açığı kapatmak için hükümet, memurların maaşlarından yüzde 10 kısıntı yaparak bütçeyi denkleştirme kararı aldı. Tevfik Fikret: "Memurların maaşından yüzde 10 keserek denk bütçe yapan devlete hizmet etmem" dedi, Galatasaray müdürlüğünden ayrıldı.
Parası yoktu, sıkıntı çekiyordu. Devletin bütün memurları gibi, Fikret'in de birikmiş aylıkları vardı, fakat hazinede para olmadığı için alamıyordu. Bu sırada Fikret'in arkadaşları harekete geçtiler ve özel bir emirle Fikret'in birikmiş aylıklarının ödenmesi kararını çıkardılar. Kendisine bu haberi getiren arkadaşlarına, Fikret'in cevabı şu oldu: "Hayır!... Herkes sıkıntıda iken, ferahlamak istemem... Onların sıkıntısını paylaşmak, ferah olmaktan çok daha iyidir. Parayı kabul etmiyorum." Robert Kolej 'de hocalık etti. Çok sevdiği oğlu Halûk için yazdığı şiirleri, "Halûk" adı altında yayınlamıştır. Daha sonraları, 1914'te hece vezniyle yazdığı çocuk şiirlerini "Şermin" adlı kitabında topladı. 19 Ağustos 1915'te öldü. Kendisini anlatan bu kıt'ası, hayatına tıpatıp uyar:
"Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perri-bal,
Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tairim.
İnhina, tavk-ı esaretten girandır boynuma,
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim."

Timur
Timur, kendi adıyla anılan büyük Türk İmparatorluğu'nun kurucusudur. 8 Nisan 1336'da, Türkistan'ın Keş şehrinde dünyaya geldi. Semerkand'ın güneyinde bulunan bu yerin bu günkü adı "Yehr-i Şebz"dir. Babası, Barlas oymağının beyi Turagay (Turgay), annesi Tekine Hatun idi. Barlas boyu Orta Asya'dan gelen bir Türk kavmidir. O devirde Barlas boyu Çağatay Hanlığı'na bağlı idi.
Timur'un babası, 1360'da ölmüş, onun yerine geçen amcası Hacı Barlas 'da 1361'de öldürülmüştü. Timur, O sırada 25 yaşlarında idi.Cesur, zeki, bilgili bir Türk asilzadesi olan Timur, siyasî ve askerî dehasını gösterecek her fırsattan yararlanacak, kısa zamanda yükselecek ve cihangir olacaktı. Doğu Türk Hakanlığı'nın tahtına çıkacak, imparatorluğun sınırlarını İtil (Volga)'den Hindistan'daki Ganj Nehri'ne, Tanrı Dağları'ndan İzmir ve Şam'a kadar uzatacaktı.
İskender, Sezar ve Dârâ gibi ünlü cihangirlerin seviyesine çıkabilmek için, Timur, hepsi zaferle sonuçlanan 17 sefer düzenlemiş, 27 ülkenin hakanına baş eğdirmiş, onlara baş olmuştu. Böyle bir şahsiyeti çocukluğundan itibaren bazı özellikleriyle tanımak gerekir.
Tarihçilerin Timur İçin Söyledikleri:
At binen, kılıç kuşanan, attığı oku yüzük deliğinden geçiren bir çocuk; on iki yaşında savaşa katılan bir bahadır; savaşlardan, savaş talimlerinden arta kalan zamanını okumakla, büyük âlimlerden ders almakla geçiren genç bir idealist; üç yüz kişilik bir kuvvetle on bin kişilik bir orduyu yenen eşsiz stratejist; bir savaşta ayağından yaralanan ve bu yüzden adının sonuna Fars dilinde "topal" anlamına gelen "lenk" sıfatı eklenen bir başbuğ (Türkler 'Aksak Timur' Batılılar 'Tamerlan' derler); dünya tarihine, özellikle Türk-İslâm tarihini çok iyi bilen, dinin, ilim ve sanatın koruyucusu; Asya'da Türkçe'nin, Türk sanat ve kültürünün Fars kültürünün baskısı altında yok olup gitmesini önleyen, öne geçmesi, örnek olması çığırını açan hükümdar; aman dileyenin dostu, düşmanlarının acımasız baş belası, ama askerlerinin âdeta taptığı hükümdar ve milletinin babası... Bu kadar değil. Günahını sevabından, zulmünü adaletinden çok göstermek isteyenler de vardır. Kellelerden kuleler yaptığını, şehirleri yakıp yıktığını da hatırlatırlar. Yıldırım Bayezid'le savaşmış ve kardeş orduları birbirine kırdırmış olmakla da suçlanır. Gerçekten Ankara Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu bir süre bocalamış ve bir fetret devri geçirmiştir. Fakat aynı tarihçiler, hatta bütün tarihçiler, Timur'un son ana kadar savaşı başlatmamak için, Yıldırım'ın ise başlatmak için gayret gösterdiğini yazarlar.
Timur'u, Hıristiyan Batı, zalim ve yıkıcı olarak anar. Timur, daha hayatta iken bu suçlamalara cevap vermiştir. O, İlhanlı Devleti'nin ve ona bağlı Çağatay Hanlığı'nın kargaşalıklar, entrikalarla sarsıldığı bir dönemde, yenilmez bir güç olarak ortaya çıkmıştı. Türk, İran ve Arap tarihçileri, bu kargaşalığa Yahudi tüccarların ve Hıristiyan misyonerlerin birinci derecede sebep olduklarını belirtirler. Bu tüccarlar ve bazı misyonerler Avrupa krallarına casusluk yapıyorlardı ve bunlar bütün Türkistan'a dolmuşlardı. Timur bunların faaliyetlerine son verdi. Hindistan'dan Hıristiyan misyonerlerin kovulmasını, bu kıtada Müslümanlığın yayılmasını sağladı. Bunun için Hıristiyanlar ona düşman idi. Timur, işgal ettiği yerlerde, Yunan ve Roma eserlerinin kalıntılarını, putları yıkmıştı. Bu yüzden ona "yıkıcı" demişlerdir.
Ama ona kendi devrinin İslâm âlimleri, "Kutbeddin","Sâhib Kırân-ı Âzam Cennet Mekân" adını da vermiş ve böylece onun, Dinin kutbu, en iler geleni; Kutlu, güçlü ve cennetlik" bir hükümdar olduğunu da söylemişleridir. İsfahan'dan yetmiş bin kişiyi kılıçtan geçirip kellelerini kule gibi yığması da insan kellesinden kule yapan hükümdar" olarak anılmasına sebep olmuştur. Buna kendisinin verdiği cevap şudur: “İsfahan'a bıraktığım memurlarımı ve beş bin kişilik askerimi, isyan edip bir tekini bile sağ bırakmadan kılıçtan geçirdikleri, dinsizlik ettikleri için..."
İran tarihçilerinin, Timur'un daima aleyhinde olmalarının, böylece batıda olduğu gibi doğuda da kötülenmesinin bir sebebi de şudur: Timur, İran seferinde, Şehname'nin yazarı ünlü şair Firdevsî'nin mezarına giderek, "Kalk, kalk da, her satırında kötülediğin mağlup Türk'ü şimdi gör!" demiştir. Timur'un, İslâmiyet'e öncelik vermek ve din adamlarını kullanmak suretiyle Türk milliyetçiliğini gerilettiğini söyleyenler de olmuştur. Ama o, kendi devrine kadar Bilge Kağan'dan başka hiçbir Türk hükümdarın göstermediği bir anlayışla, gurur kaynağını şu sözlerle belirtmiştir:
"Biz ki Melik-i Turan, Emîr-i Türkistan'ız,
Biz ki Türk oğlu Türk'üz;
Biz ki milletlerin en kadîmî ve en ulusu
Türk'ün başbuğuyuz!..."
Ankara Savaşı'ndan, Yıldırım Bayezid'i yenerek Bursa'yı yakmasından sonra, Osmanlı tarihçilerinin de Timur lehine yazmaları beklenemezdi. Ama, yüzyıllar sonra, her şeyi daha objektif değerlendirmek mümkündür. Yaşadığı devirden, cihangirliğinden, yaptıklarından söz etmeden de onun kimliğini belirttiğimiz zaman büyüklüğünü ifade etmiş oluruz:
Timur, Sultan II. Murad Han'ın 1441 yılında yazdığı bir nâme ile kendisini Büyük Türk Hakanı olarak tanıdığını ve tâbi olduğunu bildirdiği âlim hükümdar Şahruh'un babası; şair hükümdar Hüseyin Baykara'nın ve bu gün Ay'ın en geniş kraterlerinden birine adı verilen Ay atlasında Türk adını bulunduran ünlü astronom Uluğ Bey'in dedesidir.
Timur 25 yaşlarında iken Çağatay Hanlığı valilerinden Kazgan Han'ın emrine girdi ve büyük bir birliğin kumandanı oldu. Kazgan Han onu kızı Olcay Türkân'la evlendirdi. Kazgan Han'ın düşmanları onu pusuya düşürüp öldürdüler. Timur, Kazgan Han'ı öldürtenlere savaş açarak hepsini ortadan kaldırdı. Bu başarıları karşısında Çağatay Hanı onu kendi hizmetine aldı ve Tümen Beyi yaptı
Timur, bundan sonra nüfuzunu, gücünü hızla arttırdı. Hanlarla, beyler arasında sık sık meydana gelen çekişmelere karışıyor, durumu kendi lehine değerlendiriyordu. Devrin âlimleri, Timur'u, devletteki hızlı çöküntüyü durduracak lider olarak görmeye başlamışlardı.1370 yılında Timur, Belh şehrinde, mutlar hâkim ve tam bağımsız bir duruma geldi. Fakat Cengiz soyundan olmadığı ve Cengiz hanedanının büyük prestijinden de yararlanmak istediği için, Cengiz soyunun Çağatay sülalesinden Soyurgatmış Han'ı tahta çıkardı onu, hayatı boyunca kukla bir hükümdar olarak yanında gezdirdi. Şeklen ona bağlı görünüyordu, ama mutlak hâkim kendisiydi.
Belh'te toplanan Kurultay, Timur' "Kutbeddin" ve Sâhib Kırân" unvanlarını verdi. Timur kısa bir süre sonra başkenti Belh'ten Semerkant'a nakletti. Bundan sonra dört yöne başarılı seferler düzenledi. Çok iyi planlanmış taktikler uyguluyor, yıldırım savaşları yapıyor ve her seferini zaferle sonuçlandırıyordu. 1371-1377 yılları arasında Harezm'e üç sefer, Moğolistan'a iki sefer düzenledi. 1378'de birinci Altın Ordu seferi ile ününü bütün dünyaya tanıttı. 1379'da Harezm'e bir sefer daha yaptı. 1380'de Herat'a girdi ve böylece Harezm ve Horasan tamamen fethedildi. 1389'a kadar yaptığı seferlerle Turfan, Karaşar bölgelerini zaptetti ve Uyguristan'ı kendisine bağladı.
1390 ve 1391 yıllarında tekrar Altın Ordu seferine çıktı. Bu son seferi düzenlemesine Altın Ordu Hakanı Toktamış Han'ın nankörlüğü sebep olmuştu. Çünkü önceki seferlerinde Timur, Toktamış Han'ı desteklemiş onun düşmanlarını bertaraf etmişti. Toktamış Han bu destek sayesinde güçlenince bu defa Timur'a başkaldırmıştı. Bu seferinde, Doğu Avrupa'ya hâkim olan Toktamış'ı yıkmak için onun bütün ülkesini işgal etmek, tahrip etmek zorunda kalmıştı. Bu da, Rusya'nın doğup gelişmesine sebep olacak ve Timur istemeden sebep olduğu bu gelişmeden dolayı daha sonra tarihçiler tarafından suçlanacaktı.
Timur, 1401'e kadar yapılan dört seferle Irak ve Güney Anadolu, 1398-99 seferleriyle Hindistan Delhi Sultanlığı'nı, 1401-1402' Suriye'yi fethetti. Nihayet 1402'de yapılan Ankara Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nu da mağlup ederek itaat altına aldı.
"Kıymetli bahadırlar sayesinde pek çok yer fethettim ve 27 ülkenin hakanı oldum" diyen Timur hakanı olduğu ülkeleri şöyle sıralıyor: Turan, İran, Rum (Anadolu), Mağrib, Suriye, Mısır, Irak-ı Arap, Irak-ı Acem, Mazenderan, Geylan, Şirvan, Azerbaycan, Fars, Horasan, Cidde, Büyük Tataristan, Harezm, Hotin, Kâbilistan, Bahter, Zemin, Hindistan... (Yirmi iki yer sayıyor, diğerleri de Gürcistan, Ermenistan gibi Kafkas ülkeleri).
Büyük cihangir, son seferini Çin'e yapacaktı. 1404 yılı kışında her tarafın karla kaplı olduğu bir zamanda yola çıktı. Ömrünün sonuna yaklaştığını seziyor, en büyük cihadı geciktirmemek gerektiğine inanıyordu. Çin sınırındaki Otrar şehrine geldiği zaman durdu. Burada ordusuna büyük bir geçit töreni yaptırdı. Kuğu avı düzenledi. Fakat Timur hastalanmış, yatağa düşmüştü. Hekimbaşı Fazlullah, ona ölüm döşeğinde olduğunu apaçık bildirdi. Bunun üzerine Timur vasiyetini hazırladı. Sayar adamlarını, orduda bulunan torunlarını yanına çağırarak, ölüm döşeğinde bir konuşma yaptı.
Timur Ölüm döşeğinde şunları söyledi:
"Oğullarım,
Milletin refahını, saadetini sağlamak için sizlere bıraktığım vasiyeti ve tüzükleri iyi okuyun, asla unutmayı ve tatbik edin. Milletin dertlerine derman bulmak vazifenizdir.
Zayıfları koruyun, yoksulları zenginlerin zulmüne bırakmayın. "Adalet ve iyilik etmek" düsturunuz, rehberiniz olsun.
Benim gibi uzun saltanat sürmek isterseniz, kılıcınızı iyice düşünerek çekiniz, bir defa çektikten sonra da onu ustalıkla kullanınız.
Aranıza nifak tohumları ekilmemesi için çok dikkatli olun. Bazı nedimleriniz ve düşmanlarınız nifak tohumları saçmaya, bundan faydalanmaya çalışacaklardır. Fakat vasiyetimde size idare şeklini, ana ilkelerini gösterdim. Bunlara sadık kalırsanız taç başınızdan düşmez.
Ölüm döşeğimde söylenen babanızın bu sözlerini unutmayın.
Benden sonra hakan Pir Muhammed Cihangir olacaktır. Ona, bana itaat eder gibi itaat edeceksiniz. Kumandanlarım, şimdi itaat yemini ediniz!"
(Ve bütün kumandanlar, saray adamları, ağlayarak yemin ettiler.)
Timur, 19 Mart 1405 günü vefat etti. Son sözü "Lâ ilâhe illallah" oldu. Cenazesini mumyalayarak Semerkant'a götürdüler. Sağlığında çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı türbeye, torununun yanına gömüldü.
Timuroğulları
Timur'un oğulları ve torunları, sanat, kültür ve edebiyatta Türk rönesanını meydana getirdiler.
Timur'un 9 karısından sadece 4 oğlu ve 2 kızı olmuştu. Fakat öldüğü zaman oğullarından, yalnızca ikisi hayatta idi. Bunlardan Mihrişah, Irak-ı Arap (Bağdat) ve Azerbaycan'da, bu bölgelerin beyi olarak bulunuyordu. Öteki oğlu Şahruh ise, babası adına Horasan'ı idare ediyordu.
Timur, vasiyetnamesinde, veliaht olarak torunu Pir Muhammed Mırza'yı seçmişti. Pir Muhammed, oğullarından Cihangir Mırza'nın küçük oğlu idi. Fakat, Çin seferine giderken Otrar'da öldüğü zaman Pir Muhammed, büyük babası adına Hindistan ve Afganistan'ı idare ediyordu. Tahta geçmesi için oradan gelmesi ve ordunun başına geçmesi zaman alacaktı. Ayrıca, Ulu Hakan olmak için oradan ayrılmasını fırsat bilenler kargaşa yaratabilirlerdi. Öte yandan, hakanlık tahtının uzunca süre boş kalması, tarih boyunca olageldiği gibi, taht kavgasına sebep olabilirdi. Ordunun Çin seferine devam edip etmemesine de karar vermek gerekiyordu.
Bu tehlikeleri, Timur'un düşünmemiş olması imkansızdı. Ama, o vasiyetnamesini yazdıktan sonra, bu tehlikelere karşı tedbir alabilecek kadar yaşayabileceğini ümit etmişti. Durumu değerlendiren kumandanlar, Miranşah'ın oğlu Sultan Halil Mırza'yı Hakan ilan ettiler. Halil Mırza henüz 21 yaşındaydı ve dünyanın en büyük imparatorluğunu yönetecek tecrübeye sahip değildi. Amcası Şahruh da onun Hakan olmasını hoş karşılamamıştı. Duygulu bir şair olan, Türkçe ve Farsça şiirler yazan Halil Mırza, diğer kardeşlerinin Şahruh'tan yana olması ve Şahruh'un da hakanlığını ilan etmesi üzerine intihar etti.

Tuğrul Bey
Selçuk Bey'in torunudur. Babası Mikail bir savaşta şehit düşünce Selçuk Bey tarafından Cend şehrinde yetiştirildi. Selçuk Bey'in vefatı ve amcası Arslan Bey'in Gazneli Mahmut tarafından esir edilmesi üzerine 1025'te Selçuklu hanedanının başına geçti.
Tuğrul Bey'in ilk yılları yurt aramakla geçti. 1034'te Şah Melik'e karşı ilk mağlubiyetini aldı ve 7 - 8 bin askerini kaybetti. 1035'te ilk büyük zaferini Gazne hükümdarı Mesud'a karşı savaşarak elde etti. Bu savaş Selçukluları mültecilikten kurtarıp ülke sahibi bir devlet haline getirdi. Tuğrul Bey, Nişabir'i payitaht seçip 1038'de ilk kez adına hutbe okuttu. Daha sonra Gaznelilerle çeşitli tarihlerde savaşan Selçuklular Tuğrul Bey'in en önemli zaferi olan Dandanakan Meydan Muharebesi'yle yıkılma tehlikesini iyice bertaraf ettiler. Payitaht 1043'te Nişabur'dan Çağrı Bey'in komutanlarından İbrahim Yınal tarafından fethedilen Rey'e taşındı.1058'de Abbasi Halifesi "Cenab- ı Hakk'ın kendisine tevdi ettiği tüm ülkeleri Tuğrul Bey'e naklettiğini" bildirdi. Tuğrul Bey 1060'ta Mısır Fatimilerini bir daha toparlanamayacak şekilde bozguna uğrattı.
Bizans karşısında sürekli savunma durumunda olan İslam dünyası, Tuğrul Bey'le birlikte hücuma geçti. Bizans elindeki Anadolu'ya ilk giren Türk Sultanı da Tuğrul Bey oldu. Tuğrul Bey'in amcası Musa Yabgu'nun oğlu Şehzade Hasan, 1048'de Zap Nehri kenarında Bizanslılara mağlup olmuştu. Bunun üzerine Tuğrul Bey tarafından gönderilen İbrahim Yınal ve Kutalmış, Bizans ordusunu Hasankale'de mağlup ve komutanlarını da esir etti. Tuğrul Bey Erciş ve Bergri kalelerini fethederek Anadolu'nun kilidi olan Malazgirt önünde ordugah kurdu. Fakat Malazgirt, Tuğrul Bey'e nasip olmadı. Bağdat ve Rey'i imar eden Tuğrul Bey yakalandığı bir hastalık sonucu 5 Eylül 1063 tarihinde vefat etti.

Turgut Reis
Osmanlı İmparatorluğu'nun Menteşe (Muğla) Sancağı'na bağlı Saravuloz Köyü'nde, tahminen 1485 yılında doğdu. Veli isminde bir çiftçinin oğludur. Gençliğinde cirit, güreş ve ok atmada gösterdiği ustalık ve cesaretiyle çevrede tanınıp Menteşe kıyılarından levent toplayan Hızır Reis'in adamları tarafından seçilerek, Cezayir leventleri arasına alındı. Pek çok muharebelerde cesaret ve silahları kullanmadaki maharetiyle büyük kahramanlıklar gösterip, Barbaros’un takdirini kazandı ve reis oldu.
Gemi bağlamaları, sahil yağmaları gırla gider. Turgut'un adı artık bütün Akdeniz kıyılarını tutmuştur: Dragot... Derken, 1538 yılının 27 Eylülüne geliriz. Anderya Dorya, bütün Hıristiyan devletlerinin donanmasını arkasına takmış, Ehli salip donanması halinde Preveze önlerine gelmiştir. Tarihin en büyük kalyon savaşı yapılacak. Barbaros, bütün gemicilerini toplar. "Düşman sayıca üstün. Biz Preveze limanında mı kalalım, açıkdenize mi çıkalım?.. Ne dersiniz?.." deyince, Turgut Reis, Barbaros'un yürekten dilediği cevabı patlatır:
"Açık denize!" Sonunda karar da öyle çıkar. Turgut Reis, gönüllü gemileri yönetir bu savaşta ve Anderya Dorya'nın koca kalyonlarını, baştardalarını biçer geçer... Turgut'un Akdeniz günlerinde bütün Avrupa sahilleri, dehşet yıllarını yaşamıştır. Fakat, bir gün, "Leventler, az biraz soluklansınlar, gemiler yağlanıp perketilsin, ben de birkaç gün 'Gerallata'nın hamamlarında kemiklerimi yumuşatırım" deyip Korsika adasının limanına yanaşınca, Anderia Dorya'nın gemilerini de limanı da kapatır. 1540 yılının 15 Haziranında bir baskın!.. Turgut yenilir ve tutsak edilir. Akdeniz'i tir tir titretmiş koca Turgut, şimdi bir baştardanın küreklerinde forsalık ediyor!
Gemilerin kürekleri çürür ama, Turgut'un çelikten bilekleri çürümez. Sonunda gemide kalmasını sakıncalı bulanlar, Turgut'u götürüp Cenova zindanlarına kapatırlar... Derken, 1543 yılı gelir. Piyale Paşa komutasındaki Türk donanması, Fransız Kralı'na yardım için İspanya sahillerini hallaç pamuğuna çevirdikten sonra, Barbaros, gemilerin bir bölümünü alır, Cenova limanına dayanır: "Verin Turgut'u!.." Cenovalılar bakarlar ki, çare yoktur. Barbaros'un isteğini yerine getirirler ve zindandan Turgut Reis'le, Salih Reis'i çıkarıp Barbaros'a teslim ederler! İki büyük dost, iki büyük denizci, kucaklaşırlar böylece...
1546'da Barbaros ölünce, Kaptanıderyalık, Turgut Reis'e düşerdi. Ama saray fitneleri ve fiskosları yüzünden bu makam Turgut Reis'e verilmedi. Elbette, yüreği burkulmuştur Turgut'un... Fakat sesini çıkarmadı. Tam bu sırada, Haçlılar'ın şerrinden Cezayir tehlikeye düşmüştü. Koştu Turgut, bunu padişaha haber verdi. Padişah bu hizmetine karşılık Kariyeli Sancak Beyliği'ni verdi Turgut'a... Bu üçüncü sınıf bir hizmet yeri idi. Memnun kalmadı. Fakat Kanunî, "Kim Tunus'u alırsa, beyliğini ona vereceğim" demişti.
Turgut Reis, donanma ile birlikte Malta adasına geldi. Burası bir korsan yuvası idi. Kuşatıldı. Eğer Sinan Paşa, Turgut'un dediklerine kulak verseydi, ada alınmış, devletin bayrağı kalenin burcuna çekilmişti. Ama olmadı. Tunus'a varıldı ve Turgut, din gücü, millet aşkı ile vuruştu. Tunus alınmıştı. Fakat yine saray oyunları başladı. Tunus Beyliği'ni Turgut Reis'e vermediler. Ama Turgut, bu sefer kararlı idi. Atladı, Edirne'ye gitti. Edirne'de selâmlık alayında iken Kanunî'nin önüne çıktı: "Bize Tunus Beyliği vaad etmiştin Sultanım... İşte sana Tunus'u getirdik... Hani beylik?.." deyiverdi.
Padişah, vaadini de, sarayda dönen oyunları da hatırlayıverdi, gülümsedi yaşlı deniz kurduna, geçti. Ertesi gün ferman çıkmış, Turgut Reis, Tunus Bey'i olmuştu. Koynunda fermanıyla geldi, oturdu. Ama İtalyanlar, hele İspanyollar telâşa düştüler. Korsanken başedemedikleri Turgut'la, Osmanlı beylerbeyisi olarak nasıl geçineceklerdi. Büyük bir donanma topladılar. Haçlı sefer hazırlandı. 14 Mayıs 1560 tarihinde Cerbe sularında iki donanma kozlarını pay etmek için karşılaştılar. Kaptanıderya, Piyale Paşa'nın komutasındaki donanma, Turgut Reis'in aklı ve ustalığı ile, Haçlı donanmasını parça parça etti. Malta Kuşatması'na katıldığı sırada, ateş hattında "Ha yiğitlerim" diye askeri yüreklendirirken şehit oldu (22 Haziran 1576). Onunla Akdeniz, en yiğit ve savaş ustası dostunu kaybetmiştir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|