TÜRK İSLAM TARİHİ VE İSLAMİYET HAKKINDA HER ŞEY
  F
 



Fârâbî

          Bugün Kazakistan sınırları içerisinde bulunan Otrar (Fârâb) şehri yakınlarındaki Vesic yerleşim merkezinde 870 yılında doğdu. Adı Muhammed, baba adı Muhammed, büyükbabası Tarhan, onun babası ise Uzluk.. Künyesi Ebu Nasr.. "Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b.Uzluk el-Fârâbi" adına, Türk olduğunu belirtmek üzere bazı eserlerde "et-Türkî" lâkabı da ilâve edilir. Doğduğu şehre atıfla "Fârâbî" diye şöhret buldu.

          Babası doğduğu yer ve bir sınır kasabası olan Vesic Kalesi'nde kumandan. Büyükbabası, o dönem Türk devlet ve topluluklarında bir asalet unvanı ve rütbe olan "Tarhan" adını taşıyor. İleride "İslâmî fikir tarihimizi başlatan bilgin" olma onurunu kazanacak olan Fârâblı Muhammed, asalet ve rütbelere sahip, saygın bir soy silsilesine ait olarak bu münbit kültür ortamında dünyaya geldi. Fârâbî'nin yetiştiği kültür ortamı İslâmiyet öncesi ve sonrası binlerce yıllık Türk kültür ve medeniyetinin bir sentezi durumunda idi. İslâmiyet öncesinin binlerce yıllık millet olma bilincine, devlet kurucu iradesine, bütüncü dünya görüşüne sahip Türk milletinin, İslâmiyet’in evrensel tevhid inancı ile buluşmasından ortaya çıkan bu sentez, insan merkezli bir atılımı kanatlandırmaya hazır bir bereketli ortamı oluşturuyordu. Bu hazır ortam, Fârâbî'yi dönülmez ilim yolculuğuna çıkaran muharrik güç oldu.

         Önce, mensubu bulunduğu kültürün üretim merkezlerini dolaştı. Semerkant, Buhara, Merv ve Belh gibi kültür başkentlerinde, Kuran'ın akletmeye, tefekküre, bilgiye sevkeden önü sınırsıza açık mesajlarını inceledi. Kadim Türk kültürünün tekçi din anlayışına paralel bu tevhidi tebliğin eski Yunan'ın birbirinden bağımsız çokçu prensipleri ile İran'ın birbiriyle çarpışan zıt ilâh anlayışından farklılığını gördü. O'nun kişiliği, her şeyden önce içinde yetiştiği "Türk" ve "Müslüman" kişiliği idi. Katıksız, sade Türk yetişme tarzından farklı inanç ve kültür alaborasının içine atıldığı ömürlük sürede bu Türk ve Müslüman kişiliğinde en küçük bir sapma olmadı. Zengin bir ilim dili olan Arapça'nın hakim olduğu kültür çevresinde eserlerini zorunlu olarak Arapça yazdı ama "Türkçe" konuştu. Bağdat, Şam, Halep gibi farklı kültür ortamlarında hep Türk kıyafeti ile dolaştı, kabul edildiği devlet ricalinin huzuruna üzerinde Türk harmanisi, ayağında sivri uçlu Türk yemenisi ile çıktı. Fârâbî kadar doğumundan-ölümüne hayatını bir okul haline getiren; genç yaşta çıktığı yurdunu, mesleğini, makamını ilim öğrenme uğruna feda eden bir başka kişilik var, herhalde o da tarihin Fârâbî kadar mutlu ve onurlu bir kişisi olmalıdır. Büyük bilgin, ilim yolculuğundan bir daha geri dönmedi ama, 339 (950) yılında Şam'da hayata veda ederken, geriye 100'den fazla eser ve kıyamete kadar sürecek bir saygınlık bıraktı.




Fatih Sultan Mehmed

          Osmanlı İmparatorluğu hükümdarlarının yedincisi olup İstanbul’u almak suretiyle tarihte yeni bir devir açan ve Osmanlı devletini de bir imparatorluk haline getiren padişahtır. Fatih Sultan Mehmed 29 Mart 1431'de Edirne'de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Huma Hatun'dur.

          Babası sağlığında onu iki defa tahta geçirerek Manisa’ya istirahata çekilmişti. İlk defa 1444 yılında yani 14 yaşında iken hükümdar oldu. Fakat onun çocuk olmasından fayda uman Haçlılar Ordusu hududu aşınca ikinci Murat tehlikeyi karşılamak zoruyla tekrar tahta çıktı ve Varna muharebesinde düşmanı yendi. Fatih ikinci defa bir yıl sonra, yani İkinci Kosova savaşının kazanılmasından sonra padişah oldu ama yine çocuk olduğu düşünülerek tekrar Manisa Valiliği'ne gönderildi. Babasının 1451 Şubatında ölmesi üzerine Manisa’dan dolu dizgin Edirne’ye gelerek tahta çıktı. 19 yaşında bir delikanlı idi.

          21 yaşında İstanbul’u almış olan Fatih, ondan sonra 31 yıl hükümdarlıkta bulunmuş ve bütün saltanatı zarfında iki imparatorluk, on dört devlet, iki yüz şehir fethederek “Fatih” unvanına tamamıyla hak kazanmıştır. Yaptığı savaşlar arasında başarısız olanlar da vardı. Fakat savaşlarının çoğu parlak zaferlerle bitmiştir. 1456’da meşhur Jan Hünyad, Firuz Bey’in ordusunu bozmuş, kendisini esir etmişti. Arnavutlukta yine meşhur İskender Bey, Fatih’in ordularını uzun müddet uğraştırdı. 1459’da Yunanistan ve Sırbistan istila edildi. 1462’de Trabzon İmparatorluğu da Osmanlıların eline geçti. İki yıl sonra Bosna alındı. Karaman hükümetine büsbütün son verildi. Arnavutluk nihayet istila edildi. 1475’de Gedik Ahmed Paşa komutasındaki ordu Kırım’ı aldı ve ondan sonra Kırım bir Osmanlı eyaleti haline girdi. İtalya topraklarında ve Avusturya içlerinde Türk akıncıları dolaştı. Fatih Sultan Mehmed, Rodos kalesini almaya uğraşmış, fakat muvaffak olamamıştır. Rodos Şövalyeleri, Fatih’in torununun oğlu Kanuni Süleyman zamanına kadar Türk pençesinden kurtulmuş oldular. Akkoyunlu devletinin hükümdarı Uzun Hasan’ın mağlubiyetle neticelenen Otlukbeli Savaşı da 1472’de yapılmıştır. 25 Nisan 1481 günü Ordu-yu Hümayûn'un başında yola çıkan Fatih Sultan Mehmed, Üsküdar'a geçerek ilerlemeye başladı ve bir hafta sonra Gebze civarında konakladı. İstanbul'dan yola çıktığı günden beri sağlık durumu birden bozulmuş ve günden güne de kötüye gitmeye başlamıştı.

         Aslen Venedikli bir Yahudi olan özel hekimi Yakup Paşa (Asıl adı Maestro İacopo), ulu hakanı tedavi etmek bahanesiyle hareket gününden itibaren vermeye başladığı zehrin dozunu artırmakta idi. Bu Venediklilerin Fatih'e on beşinci suikast teşebbüsü idi. Bundan önceki on dördü hedefine ulaşamamıştı. Venedikliler bu kez astronomik bir ücret vaadi ile padişahın özel doktorunu elde etmişlerdi. Fatih Sultan Mehmed, 3 Mayıs 1481 günü Gebze'deki otağında kan kusarak öldü. Ancak Yakup Paşanın foyası hemen meydana çıkmıştı. Venedik'in kendisine vaat ettiği 250 milyonluk muazzam serveti alamadan, Türk askerleri tarafından linç edildi.

         Kendi adıyla anılan Fatih semtinde yaptırdığı Fatih camiinin bahçesindeki türbede gömülüdür. Camiinin etrafında medreseler de yaptırmış ve bunları o zamana göre mükemmel denecek bir şekilde açtırmıştır. Eyüp camii ile Ayasofya medresesini de o yaptırmıştı. İlim adamlarına hürmet ettiği, hocası Molla Güranî’nin daima elini öptüğü, Molla Hüsrev’e camide bile ayağa kalktığı, Molla Cami ve Ali Kuşçu gibi şöhretli alimlere büyük ihsanlarda bulunduğu meşhurdur. Fatih edebiyatla da meşgul olmuş ve Avnî mahlasıyla gazeller yazmıştır. 14 gazeli Divân-ı Avnî adı ile 1904 yılında Berlin’de basılmıştır.

           Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir padişahtı. Devrinin en büyük ulemalarından birisiydi ve yedi yabancı dil bilirdi. Alim, şair ve sanatkarları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed'in en çok değer verdiği alimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi. Fatih Sultan Mehmed okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça'ya çevrilmiş olan felsefi eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritasını yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul'a getirtirdi. Nitekim Astronomi bilgini Ali Kuşçu kendi döneminde İstanbul'a geldi. Ünlü Ressam Bellini'yi de İstanbul'a davet ederek kendi resmini yaptırdı. Şair ve açık görüşlüydü. Fatih Sultan Mehmed 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat 25 sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.


Fatih Sultan Mehmed'in İnsan Hakları Ahidnamesi

          Fatih Sultan Mehmed, Bosna'yı fethettiği zaman Osmanlı devlet politikasının sonucu olarak bölge halkına dini serbestlik getirmiştir. Fatih Sultan Mehmed'in buradaki Latin papazlarına verdiği 1478 tarihli ferman suretinde;

          "Nişanı-ı Hümayun şu ki Ben ki Sultan Mehmed Han'ım; üst ve alt tabakada bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki, bu fermanı taşıyan Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum: Söz konusu rahiplere ve kiliselerine hiç kimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara emn ü aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler; ne ben, ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışardan memleketimize getirecekleri kimselere yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki, yukarıda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir."

          Bu ferman suretinde de görüldüğü gibi azınlıklar tam bir hürriyet ortamı içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.




Fuad Köprülü

          İstanbul'da, 4 Aralık 1890'da doğdu. Baba tarafından onuncu göbekten Köprülü Mehmed Paşa'yla akraba olan Fuad Köprülü'nün annesi ise İslimye eşrafından Arif Hikmet Efendi'nin kızıdır. İlkokul sıralarından başlayarak okumaya ve araştırmaya karşı büyük bir ilgi duyan Fuad Köprülü, ortaokulu Ayasofya Merkez Rüştiyesi'nde, liseyi ise Mercan İdadisi'nde okudu. İlk yazısı, 1905 yılında, henüz 15 yaşında lisede öğrenciyken "Musavver Terakki"de yayımlandı. Liseyi parlak bir biçimde bitiren Köprülü 1907-1909 yıllan arasında o zamanki Mekteb-i Hukuk'a (Hukuk Fakültesi) devam etti. Ancak tutmak istediği yol bakımından bu eğitimin yararlı olamayacağını düşündüğü için Hukuk Fakültesi'ni bitirmeden bıraktı. Liseyi bitirdiği yıllarda Farsçayı oldukça iyi, Arapçayı da okuduğu kitapları anlayacak derecede öğrenmişti. Bu arada Prof. Anjel'dan aldığı özel derslerle Fransızcasını da ilerletti. 1908 yılında, II. Meşrutiyet'in ilânından sonra çok genç yaşta ülkenin düşünce yaşamına girdi.

          1908 Aralık ayında kurulan Türk Derneği ile 1911 Ağustosu'nda faaliyete geçen Türk Yurdu Cemiyeti üyeleri arasında bulunan Köprülü Türk Ocağı'nın kültür heyetinde de görev aldı. Bu dönemde millî ve vatanî şiirleri, edebiyat, sosyoloji ve tenkit yazılan "Mehâsin", "Servet-i Fünûn" dergileriyle "Tanin" gazetesinde sürekli olarak yayımlanmaya başladı. Aynı yıllarda Fransızcadan birçok çeviri de yaptı.

          1910-1913 yılları arasında Mercan, Kabataş, Galatasaray ve İstanbul liselerinde Türkçe ve Edebiyat hocalığı görevlerinde bulundu. İlk bilimsel yazısı, "Bilgi" dergisinde, "Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl" adıyla 1913 yılında yayımlanan makalesidir. Köprülü, bu makalesinde Türk edebiyatı tarihinin Avrupa bilim yöntemleriyle fakat kendi millî bünyemize uygun bir biçimde nasıl inceleneceğini göstermeye çalışıyor, ileride yapacağı çalışmaların temellerini tespit ediyordu. 20 Aralık 1913 tarihinde İstanbul Darülfünûn'u Türk Edebiyatı Tarihi müderrisliğine (profesörlüğüne) atandı. 1914 yılında kurulan Türk Bilgi Derneği'nin ve yine 1915 yılında kurulan Asâr-ı İslâmiye ve Milliye Tedkik Encümeni'nde genel sekreterlik görevlerini, "Millî Tetebbular Mecmuası"nın müdürlüğünü üstlendi.

          Fuad Köprülü'ye uluslararası alanda ün sağlayan büyük monografisi 1918 yılında yazılıp, 1919 yılında yayımlanan "Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar" adlı yapıtı oldu. 1923 yılında Edebiyat Fakültesi Reisliğine (dekanlığına) seçildi. Paris'te toplanan Dinler Tarihi Kongresi'ne ülkemiz adına "Bektaşiliğin Menşeleri ve Eski Türklerde Sihri Bir Anane: Yağmur Taşı" tebliği ile katıldı. 1924 yılında Gazi Mustafa Kemal'in isteği ile Maarif Vekâleti Müsteşarlığına getirildi.

          Sekiz ay süren bu müsteşarlığı sırasında, bu vekâletin teşkilâtında Fuad Köprülü'nün teklifiyle köklü değişiklikler yapıldı. Edebiyat Fakültesi'ndeki görevine dönen Köprülü, aynı yıl sonlarında Bakanlar Kurulu kararıyla kurulan Türkiyat Enstitüsü'nün müdürlüğüne getirildi. Hocalık yaşamında aslî görevine ek olarak İlahiyat Fakültesi'nde Türk Dinî Tarihi (1924), İstanbul Mülkiye Mektebi'nde Siyasi Tarih (1923-1929), Sanayi-i Nefise Mektebi'nde Medeniyet Tarihi (1926-1929) dersleri de verdi. 1925 yılında Rus İlimler Akademisi'nin ikiyüzüncü yılını kutlama törenine ülkemiz adına katıldı. W. Barthold, Kraçkovsky ve Oldenburg gibi Rus bilim adamlarının ortak teklifleriyle Sovyet İlimler Akademisi'nin muhabir üyeliğine seçildi.

          1926 yılında Bakü'de düzenlenen Türkiyat Kongresi'ne katılan ve burada büyük ilgi gören Köprülü'ye, bir yıl sonra bilime yaptığı hizmetlerden dolayı Heidelberg Üniversitesi (Almanya) tarafından fahrî felsefe doktorluğu unvanı verildi. İstanbul Darülfünûn'u yapılan bir reformla 1933 yılında İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürüldüğü sırada Köprülü de bu reform çalışmalarına katıldı ve yeni kurulan üniversitede Ord. Prof. unvanıyla edebiyat fakültesi dekanlığına getirildi. 1934 yılında Sorbonne Üniversitesi'nin (Fransa) daveti üzerine, bu üniversitede Fransızca olarak verdiği üç konferansla Fransız bilim çevrelerinin dikkatini üzerinde topladı. Ülkemizi temsilen İran'a gönderilerek Firdevsî'nin 1000'inci doğum yılını kutlama törenine katıldı.

          Atatürk'ün bir grup bilim ve fikir adamını kendi yakın çevresinde ve TBMM'nin çatısı altında toplamak istemesinin bir sonucu olarak, 1935 yılında yapılan bir ara seçim ile Kars'tan milletvekili seçildi. Milletvekilliği döneminde İstanbul Üniversitesi'ndeki Türk Edebiyat Tarihi kürsüsüne ek olarak Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde Orta Zaman Türk Tarihi ve Siyasal Bilgiler Okulu'nda Türk Müesseseler Tarihi kürsülerinin de başkanlığını yürüttü. Bilime yaptığı katkılar nedeniyle 1937 yılında Atina Üniversitesi (Yunanistan), 1939 yılında ise Sorbonne Üniversitesi tarafından fahrî doktorluk unvanı verildi.

         1941 ders yılına dek İstanbul ve Ankara'daki kürsü faaliyetlerini bir arada yürüten Prof. Fuad Köprülü, 1941 yılı sonlarına doğru, milletvekilliği ile üniversite hocalığının bir arada bağdaşamayacağı biçiminde alınan bir karar üzerine görev yaptığı kürsüleri bırakmak zorunda kaldı. 1935 yılında başlayan siyasi yaşamı, bir ara Meclis'te Maarif Komisyonu başkanlığı yapmasına karşın, şeklî bir milletvekilliğinden ileri gitmedi. 1943 Şubatı'nda ise, Cumhuriyet Halk Partisi grubunda yaptığı uzun bir konuşmada, Türkiye'nin o sıralarda Almanya aleyhine savaşa girmesinin ülkenin yüksek çıkarları bakımından son derece zararlı olacağı fikrini savundu ve Bayar'da dahil olmak üzere bâzı arkadaşlarıyla birlikte böyle bir kararın alınmasını önledi.

          Encyclopedie de L'Islam'ın üç dilde birden yapılan birinci baskısına, La Litterature Turque Othamanlı (Leiden 1931, IV. 988-1010) ve öteki 10 küçük madde ile tek Türk bilim adamı olarak katılan Köprülü, bu ansiklopedi 1940 yılından itibaren Dr. Adnan Adıvar'ın başkanlığında İslâm Ansiklopedisi adıyla Türkçe olarak yayımlanmaya başlayınca bu çalışmaların da içerisinde yer aldı. 1948 yılında Sovyetler Birliği, Rusya'nın Kars ve Ardahan'ı istemesi üzerine, Rusya ve komünizm üzerine yazdığı yazılardan dolayı Sovyet İlimler Akademisi'nden çıkarıldı. 1950 yılında dışişleri bakanlığına gelişinden sonra akademiye tekrar alınmak istenmişse de Köprülü bu isteği reddetmiştir.

          Dört kurucusundan biri olduğu Demokrat Parti'nin 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelmesi üzerine bilimsel çalışmalarına ara vermek zorunda kalan Köprülü, dışişleri bakanı olarak görev yaptığı dönemde Türkiye'nin Nato'ya girmesi için çalıştı. Ülkemizin Kore Harbi'ne, Birleşmiş Milletler tarafında ve tugay gücünde katılmasıyla, Türk tugayının Kunuri Destanı'nı kazanması ve yoğun siyasi çalışmalarla 1952 yılında Kuzey Atlantik Paktı'na katılmamızı sağladı. Atatürk'ün Balkan politikasını canlandırmak ve Balkan Paktı'nın kurulması için çaba harcadı ve bunu üç devlet arasında da olsa kısmen sağladı.Demokrat Parti hükümetinin iç politikadaki kimi kararlarını uygun bulmadığı için 1956 yılında dışişleri bakanlığından istifa etti.

          1957 yılında ise Demokrat Parti'den ayrılarak siyasî yaşamdan çekildi. 1958-1959 ders yılında Harvard Üniversitesi'nde (Amerika) bu üniversitenin davetlisi olarak çalıştı.1959 yılında Türkiye'ye dönen Köprülü, 1960 İhtilali'ni takiben, 1955 yılındaki 6-7 Eylül olayları sırasında dışişleri bakanı olduğu bahanesiyle tutuklandı, ilk duruşmada o sırada dışişleri bakanı olmadığı Resmi Gazete ile ispatlanmasına karşın beraatine dek üç ay süre ile Yassı Ada'da tutuklu kaldı. 4 fahrî doktorluk ile 8 muhabir ya da şeref üyeliği ile 6 yıla yakın bir süre yürüttüğü siyasî görevi dolayısıyla başta Fransa, Almanya, Arjantin ve Yugoslavya olmak üzere çeşitli ülkelerden aldığı 8 nişanı bulunan Ord. Prof. Fuad Köprülü 28 Haziran 1966 tarihinde yaşamını yitirdi.


Kitapları:

          Hayat-ı Fikriye (İstanbul, 1909), Nasreddin Hoca (İstanbul, 1918), Tevfik Fikret ve Ahlakı (İstanbul 1918), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (İstanbul, 1919, Türkiye Tarihi, Kanaat Kütüphanesi (İstanbul, 1923), Bugünkü Edebiyat (İstanbul, 1924), Türk Tarih-i Dinîsi (İstanbul, 1925), Türk Edebiyatı Tarihi (İstanbul, 1926), Millî Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türkî-i Basit (İstanbul, 1928), Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikâyesi (İstanbul, 1930), Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar (İstanbul, 1934), Eski Şairlerimiz Divan Edebiyatı Antolojisi (İstanbul, 1934), Leş Origines de I'Empire Ottoman (Paris, 1935, Türkçesi 1959), İslam Medeniyeti Tarihi (İstanbul, 1940), Türk Saz Şairleri, Antolojisi, II ve III (İstanbul, 1940, 1941), Demokrasi Yolunda-On The Way to Democracy (The Hauge, 1964), Edebiyat Araştırmaları (Ankara, 1966), Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (İstanbul, 1981), İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi (İstanbul, 1983)





Fuzûlî

          Fuzûlî, Irak'ın Hille kasabasında 1494 yılında doğdu. Soyca Türk Bayat aşiretindendir. Hille Müftüsü Süleyman'ın oğludur. Asıl adı Mehmet'tir. Ömrünü Bağdat ve Kerbelâ'da geçirip Irak'tan dışarı çıkmadı. Hazret-i Hüseyin'in türbesinin kandilciliğiyle geçinirdi. Hocası Rahmetullah Efendi'nin kızı Rahime ile evlendi ve Fazlullah adında bir oğlu oldu.

         En tanınmış eseri, Doğunun efsane dolu aşk hikayesi olan Leyla ile Mecnun'dur. Bu değerli eser pek çok dile çevrilmiştir. Fuzuli 1555'te Kerbela'da vebadan öldü. Türbesi halen oradadır. Mehmet, o kadar alçak gönüllü bir insandı ki, şiirlerinde Fuzûlî (fazlalık) adını kullanırdı. Neden böyle yaptığı sorulduğunda; "Herkes başkasının şiirini kendi malı gibi gösteriyor. İsmim bu olunca kimse benimkilere tenezzül etmez, ya da başkasının şiiri benim sanılmaz" diye karşılık vermiştir.

         Fuzûlî son derece bilgili ve çalışkan bir insandı. Oğlu Fazıl'ın da öyle olması için çok çalışmıştı. Ama, olmadı. Çünkü Fazlullah, gayet tembel, kabiliyetsiz bir çocuktu. Bunun üzerine zamanın şairlerinden biri Farsça: Fazlî peder ü püser Fuzûlî yani, asıl erdemli olan babası, oğlan tamamıyla fazlalık, mısrasını söylemişti. Bütün şiirlerinde kendini Tanrı aşkına adamış olan Fuzûlî, geçim sıkıntısı içinde kahroluyordu. Bağdat'ı Kanunî fethedince, onun komutanına, padişah için kasideler, övgü şiirleri sundu. Bu sayede Bağdat vakıflarının ziyadesinden, yani vakfa harcadıktan sonra artakalan paradan günde dokuz akçe maaş bağladılar. Zavallı Fuzulî, hiç bir zaman bu parayı alamadığı için sonunda, Bağdat'ta barınamadı. Biraz daha dış mahalle kabul edilen Hille'ye çekildi. Hazret-i Hüseyin Türbesi'nin bekçiliğiyle geçinmeye çalıştı. Ancak, Kanunî'nin fermanlarına tuğra yapan Nişancıbaşı Celâlzâde Mustafa Çelebi'ye de Şikâyetnâme adıyla ün yapmış, dokunaklı bir eleştiri örneği olan mektubunu yollamadan edemedi. Bu eser, o zamanın resmî dairelerinde insanların nasıl çalışmadıklarını gösteren dili sanatlı, edebiyat değeri yüksek bir belgedir. Bu şikayetnamedeki "Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar" sözü, hala yaşayan bir gerçektir.

         Fuzûlî daha önce, Safevî Hükümdarı Şah İsmail Bağdat'ı zaptedince, ona Beng ü Bâde (Afyon ve içki) adlı bir mesnevi sunmuştu. Fuzûlî, bu eserde afyonla şarabı konuşturur ve bunlardan her biri, kendini över. Fuzulî'nin bu mesneviyi yazmasındaki amaç, aslında Yavuz ile Şah İsmail arasındaki mektup düellosuna bir edebî şekil kazandırmaktır. Bu bakımdan semboller yerini bulmuştur: Şah İsmail, eserde afyonla, Yavuz ise şarapla temsil edilmiştir. Kerbelâ olayını anlatan Hadîkatü's-Süedâ adlı eserinden başka, şairin en önemli eseri "Leylâ vü Mecnun" mesnevîsidir. İslâm dinini kabul etmiş toplumların edebiyatlarında ortak konular çok görülür. Nitekim XV. yüzyılda Ali Şir Nevâî gibi gerek Türk, gerek Arap veya İranlı birçok şair bu konuyu işlemiştir. Ama hiç birisi, Fuzulî'nin ulaştığı "Neoplatonik aşk" anlayışına, tasavvuf görüşüne ve ifade lirizmine ulaşamamıştır. Denilebilir ki, dünya edebiyatında Fuzulî'nin Leylâ ve Mecnun'u tektir: Git, derdime sen devâ değilsin Bigânesin, âşina değilsin Gördü ki bir avcı dâm kurmuş Dâmına gazâller yüz urmuş Bir âhu esir-i dâmı olmuş Kan yâşı karâ gözüne dolmuş Boynu burulu ayağı bağlu Şehlâ gözü nemlü cânı dağlu Sayyâd sakın cefa yamandır Bilmezsin mi ki kana kandır? gibi mısraları bu eseri baştan başa şiir hâline getirir.

         Fuzûlî, Dîvân'ının önsözünde "Şiirsiz ilim, esası yok duvar gibidir." der. Fuzûlî şiirleriyle aşkı yüksek ve ilahi bir düzeye ulaştırdı. Ona göre şiirin kaynakları ilahidir. Tanrı vergisi ve yardımı olmadan şiir söylenemez. "Aşk imiş her ne var alemde, ilim bir kil-ü-kal imiş ancak" mısraları da aşkı her şeyden üstün tuttuğunu gösterir.

        Ona göre ruh, ıstırap, elem ve hicranla yoğruldukça olgunluğa doğru yönelir. Bu hal içinde yaşadığı halkın daimi acılar, yoksulluklar ve değişimler çekmelerinden ileri gelir. Aynı asırda İstanbul'da yaşayan Baki'nin şiirlerinde ihtişam, gurur, büyüklük ve renk vardır. Daha sonra yine İstanbul'da yaşayan Divan edebiyatımızın üçüncü zirvesi Nedim'in şiirlerinde de hayat, neşe, renk ve cümbüş bulunur. Fuzûlî'nin şiirlerinde ise çöllerin hasretle dolu enginliği, hayal dolu ıssızlığı, yakıcılığı ve yoksulluğu yaşar.

        Büyük şairimiz Fuzûlî'yi, zaman zaman Araplar ve İranlılar kendilerine mal etmek istemişlerdir. Oysa o, tamamen Türk'tür. Oğuzlar'ın Bayat kabilesinden gelir. Farisî divanının giriş bölümünde, kendisinin hâlis Türk olduğunu gayet açık bir dil ile belirtmiştir. Fuzulî, bu girişte şöyle der: "Aslım Türk, ana dilim Türkçe'dir. Arapça'yı ilmî mübahaseler esnasında, Farisi'yi de arzu ettiğim zaman kullanırım. Çocukluğumdaki şiirlerim, daima ana dilimle, yani Türkçe sâdır olmuştur..." Fuzûlî, devrinin fen ve tıp ile ilgili bilgilerini de iyi öğrenmişti. Nitekim, onun Ruhnâme yahut Sıhhat ve Maraz isimli risalesi şairin hekimlik ilmiyle de uğraşmış bulunduğunu gösterir.

 
 
  90632 ziyaretçi  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol