TÜRK İSLAM TARİHİ VE İSLAMİYET HAKKINDA HER ŞEY
  M
 



Mahdum Kulu

          Türkmenlerin Göklen kabilesinden olan, Harezm'de Şir Ali Han medresesinde öğrenim gören Mahdum Kulu, Türkmen kabileleri arasında dolaşarak halk şiiri geleneğini sürdüren, aşiret kavgalarını, Türkmen-İran savaşlarını konu alan kahramanlık şiirleri yazdı.

          Günlük yaşamı yansıtan şiirlerinin yanı sıra, tasavvuf etkisinde öğretici şiirleriyle de ün saldı. Divan'ındaki şiirlerden bir bölümü Şeyh Muhsin Fani (Hüseyin Kâzım Kadri) tarafından yayınlandı (1924).




Mehmed Esad Yesâri Efendi

         Sanatlar arasında mümtaz bir yere sahip olan Hat sanatı, Osmanlı hattatlarının elinde kemâlin zirvesine çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yetişen sayısız hattatlar görenleri hayran bırakan nefis eserler bırakmışlardır. Bu hattatlar arasında öne çıkmış, bu sanatın zirvesine ulaşmış yıldız şahsiyetler kendilerinden sonra gelen hattatlara rehber olmuşlardır. Hattat Mehmed Esad Yesâri efendi de bu yıldız şahsiyetlerden birisidir. O, azmiyle iradesiyle hat sanatında latif eserler vermiştir.

         Mehmed Esad Efendi; Selefleri olan, hat sanatının ustalarından, Şeyh Hamdullah, Süleymaniye camiindeki yazılarını hayranlıkla temaşa ettiğimiz Şemseddin Karahisâri ve 17.Asrın en büyük Hattatı Hafız Osman Efendiler gibi, Hat sanatına yenilik getirmiştir. Bütün hat sanatkârlarımız getirdikleri yeniliklerle ve bu sanatı mütekâmil hâle getirmeleriyle İslâm Âleminde bu sanatın ustaları olmuşlardır. Bu yüzdendir ki Osmanlı hattatlarının en önde bulunmalarını îma eden "Kur'an-ı Kerim Mekke'de nazil oldu. Mısır'da okundu. İstanbul'da yazıldı" sözü meşhur olmuştur.

         Osmanlı sanatkârları belli başlı hat nevileri olan; Kûfî, Muhakkak, Reyhanı, Nesih, Celî, Sülüs, Tevkî, Raik'a, Divanî, Siyâkat, Gubâr, Tuğra, Menşur, Zülfü Arûs, Hilâli, Muinî, Şikeste, Müselsel de en mükemmel şekli bulmuş ve icra etmişlerdir. Yalnız Esad Yesârî Efendiye gelinceye kadar 'Ta'lîk" yazıda İran hat sanatkârları önde bulunmaktaydı. Yesârî Efendi Ta'lik yazıya da en mükemmel şekli kazandırmış ve hat sanatının bu nevinde de en mükemmel eserleri Osmanlı sanatkârlarının verebileceğini ispatlamıştır. Hattat Yesârî Efendi'nin hayatı da eserleri kadar dikkat çekicidir. O, azmin ve iradenin muvaffakiyetin temel şartı olduğunu göstermiştir.

         Yesârî Efendi dünyaya geldiğinde vücudunun sağ tarafı felçli ve sol tarafı titrekti. Fakat O, vücudun hakiki sahibinin kendisi olmadığını idrak edecek bir imana sahipti. Bu durumun çalışmaya, meslek edinmeye ve meslekte uzman olmaya mâni teşkil etmeyeceğini gösterircesine çalıştı. Küçük yaşta hattatlığa merak sarmıştı. Sağ eli felçli olduğundan sol eliyle yazıyordu. Bu yüzden "Yesârî" diye anılmaya başlanmış ve daha sonraları bu sıfat isminin yerine kullanılmıştır. Devrin meşhur hattatlarından Seyyid Mehmed Efendi'den meşk etmiş kısa zamanda kabiliyetini göstermiştir. Bir müddet Seyyid Mehmed Efendi'den meşk ettikten sonra icazet almıştır. Daha sonra, Hattat-ı şehir Kâtipzâde Mehmed Refı' ve İsmail Refik Efendilerden de 1767'de icazet almıştır. Kısa zamanda temayüz eden ve çevrede tanınan Mehmed Esad efendi gayet mütevazi bir karaktere sahipti. Bu yüzdendir ki sanatının takdiri yanında herkes tarafından sevilip, sayılmış, devrin ileri gelenlerinden büyük itibar görmüştür.

          Devletin Şeyhülislâmı Veliyüddin Efendi, Mehmed Esad efendinin vücutça hastalıklı olmasına rağmen Hat sanatında kemâle erişi ve bu derece maharetine nisbeten gösterdiği tevazuu karşısında; "Cenab-ı Hak, bu zatı bizim enf-i istihbarımızı (kibirlenen burnumuzu, kibirliliğimizi) kırmak için göndermiştir." demekten kendini alamamıştır. Es'ad Yesari Efendi, bu güzel sanatı gittikçe tekâmül ettirerek devrinin en meşhur hattatları arasında yer almıştır. Bu ustalığından dolayı Enderun'ı Hümâyun'a hat muallimi olarak tayin edilmiştir. Sultan 3.Selim'in de takdirini kazanmıştır. Esad Mehmed Efendi'nin hayatına dair değişik bir çizgi olarak 1791 senesinde kendisi gibi hattat olan oğlu Mustafa İzzed Efendiyle birlikte Hacca gittiğini bilmekteyiz.

          Mehmed Esad Efendi tevazuu yanında sanatını öğretmekte de gayet cömertti. sanatının zekatını, sadakasını, hatta bu sahadaki bütün varlığını cömertçe taliplilere dağıtıyordu. Evi âdeta bir mektep haline gelmişti. Bu sanata merak salanlar haftanın belirli günlerinde evini dolduruyor ve bu büyük sanatkardan meşkediyorlardı. Mehmed Esad Yesârî Efendi 19 Aralık 1798'de İstanbul'da vefat ettiğinde geride kendisini ebediyyete kadar hatırlatacak pek çok levhalar, kitabeler bırakmıştı. Devrin şairlerinden Süruri vefatına şu kıt'ayla tarih düşürmüştür:

          "Hattât-ı hoş nivis Yesari Efendi'nin
           Fevtîle kiydi hâme-i terceme-i siyah
           Tarihi harfi mu'ceme ta'lik edüb dedim
           Ceffelkalem Yesârîi Hattat getdi ah"




Mehmed Âkif Ersoy

          İstiklal Marşı Şairi 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabı ile tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapay kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır. Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Fatih Camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle çevresindekilerin dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair
Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma imkanı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı.1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayınlamadı.1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar ve şiirler yazmaya başladı.1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfunun’da edebiyat dersleri vermeye devam etti.

          İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair ant içti. I.Dünya Savaşı sırasında istihbarat teşkilatı Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanların eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı’nın gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette Milli Mücadele hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı. Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi.

          Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Mısır’a Gidiş Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, daha sonra sürekli olarak Mısır'da yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün hayatı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve 27 Aralık 1936'da İstanbul'da öldü.

         Dil Anlayışı Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde sadeleştirmeden yana olan tutumunu her şiirinde ortaya koymuştur.Mehmed Âkif nazım diline bu dilin tabii yapısını bozmadan elverişli olduğu gelişmeyi kazandırmış ve aruz veznini yumuşatmıştır. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki imkanlarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış,üslupta özgünlük ve kişiselliğe ulaşmıştır.Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır.
 

Eserleri

         Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Âsım, Gölgeler.




Mehmet Emin Yurdakul

          Türk milletinin yüceliğini şiirlerinde haykıran ve "Millî şair" sıfatını alan Mehmet Emin Yurdakul, 1869'da İstanbul'da doğmuştur. Babası Balıkçı Salih Reis, oğlunu Türke yakışan bir millet sevgisiyle yetiştirmiştir. Eğitimine sübyan mektebinde başlamış, sırasıyla Askeri Rüştiye Mülkiye Okulunun İdadi kısmına yazılmış fakat kısa bir süre sonra, Hukuk mektebine girmiştir. Burada öğrenimini tamamlayamamış, 1913'e kadar Erzurum, Trabzon, Sivas ve Hicaz'da çeşitli memurluklar ve yöneticilik yapmıştır. 1897'de "Cenge Giderken" adlı manzumeyi yazmıştır. Mehmet Emin, sarayın ve dönemin aydınlarının sevgisini kazanmıştır. 1907'de İttihat ve Terakki Cemiyetine girerek Abdülhamit'e karşı muhalif olmuştur. Türk Yurdu dergisinin kurucuları
arasında olan Yurdakul, İttihat Terakki cemiyetince mebus olması istendiğinde bunu reddetmiş ve Erzurum'a geçmiştir. 1908 inkılâbında Erzurum'da olan yazar, İstanbul'a döndüğünde çalışmalarına yeniden başlamış ve ölümüne kadar sürdürmüştür. 14 Ocak 1944'de vefat etmiştir.
 

Fikirleri ve Kişiliği

           Temiz ve doğru olarak kullandığı Türk dili ile yazdığı şiirleri, Türk milletine, özellikle savaş dönemlerinde destek olmuştur. Mehmet Emin Yurdakul ülkü sahibi insan vasfında olduğu için memuriyet döneminde sık sık yeri değiştirilmiştir. "Türk Yurdu" dergisinde kuruculuk yapmış, ancak Erzurum'a gitmesiyle dergiyi Yusuf Akçura'ya bırakmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda hüznünü "Türk Hukuku" adlı düz yazıdan oluşan eseriyle dikkatleri çekmiştir. Mehmet Emin Yurdakul, Türkçülük boyutundaki eserleriyle "Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur" diyerek fikirlerini ifade etmiştir. Savaş sırasında kahramanlık ve millî şuura dayanan şiirleriyle halka cesaret vermiştir. M. Emin Yurdakul'un şiirlerinin günümüzde de okunmasının ve sevilmesinin nedeni kullandığı saf Türkçe'dir.
 

Eserleri

           Mehmet Emin Yurdakul'un Türkçülük fikrinde önemli yeri olan "Türkçe Şiirler" adlı eseri 63 sayfalık bir eserdir, bu eserde dokuz manzume bulunmaktadır. Kitabın bazı sayfalarında Zanaro'nun resimleri yer almaktadır. Yunan savaşını konu alan bu resimlerin yanında dönemin önde gelen isimlerinin M. Emin Yurdakul'a yaptıkları övgüler de yer almaktadır. Bu eserle edebiyatta yeni bir başlangıç yapılmış ve Türkçülük bu alana girmiştir. Diğer eserleri; Türkün Hukuku, Şehit, Ey Türk Uyan, Bırak Beni Haykırayım, Aydın Kızları, Ankara'dır.


Cenge Giderken

Ben bir Türk'üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.

Muhammed'in kitabını kaldırtmam;
Osmancık'ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim.

Bu topraklar ecdadımın ocağı;
Evim, köyüm hep bu yerin bucağı;
İşte vatan, işte Tanrı kucağı.
Ata yurdun, evlat bozmaz, giderim.

Tanrım şahit, duracağım sözümde;
Milletimin sevgileri özümde;
Vatanımdan başka şey yok gözümde.
Yâr yatağın düşman almaz, giderim.

Ak gömlekle gözyaşımı silerim;
Kara taşla bıçağımı bilerim;
Vatanım için yücelikler dilerim.
Bu dünyada kimse kalmaz, giderim.




Melikşah

          Büyük Selçuklu İmparatorluğu hükümdârı. Babası Sultan Alparslan’dır. 1055’te doğdu. Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun topraklarını en geniş hâle getirdiği için kendisi, “Ebu’l-Feth” (fetihlerin babası veya pek çok fetih yapan) lakabıyla anıldı. Sâhip olduğu bâzı üstün husûsiyetler sebebiyle, özel bir eğitim ve öğretim gösterilerek yetiştirildi. 1064-1065 Gürcistan Seferinde bulundu. Böylece küçük yaştan îtibâren devlet idâresi ve orduyu sevk etme husûsunda tecrübe kazandı.

          Kendisinden büyük erkek kardeşleri olmasına rağmen cesâreti, idârecilik vasfı gibi meziyetleri, Sultan Alparslan tarafından veliaht seçilmesinde rol oynadı. Hânedânın kurucusu olan Selçuk Bey'in mezarını ziyâretten dönüşte, Horasan yakınındaki Radyan’da veliaht îlân edildi. Melikşah’ın veliahtlığı, Halife Kaim bi Emrillah’ın tasdikiyle tamâmen resmiyet kazandı. Veliahtlığı sırasında devletin çeşitli cephelerinde vazife yapan Melikşah, Mâverâünnehir Seferi'nde şehit olan Sultan Alparslan’ın yerine, Devletin ileri gelenleri tarafından on sekiz yaşında sultan îlân edildi. Melikşah, babasının veziri olan kıymetli devlet adamı Nizamülmülk’ü vazifesinde bıraktı.  Saltanatının ilk yılları, iç karışıklıkları bastırmakla geçti. 1072’de Mâverâünnehir Seferi'nin intikamını almak isteyen Karahanlı Şemsülmülk Nâsır bin İbrahim, Tirmiz’i yağma etti ve Belh şehrinde kendi adına hutbe okuttu. Diğer taraftan Gazneliler de Çigil-kend’de Selçuklu kumandanı Ayaz’ı esir aldılar.

          Bu dış tehlikeler esnâsında, Melikşah’ın amcası olan Kirman Meliki Kavurd’un, Sultan Alparslan zamanında olduğu gibi saltanat iddiasında bulunarak isyan etmesi, bu meselenin tamamen halledilmesinin zamanının geldiğini iyice belli etti. İmparatorluğun parçalanmasına sebebiyet verecek bu hareketin bir an önce çözümlenmesi için harekete geçen Sultan Melikşah, Mayıs 1073’te Kerec’de yapılan meydan muharebesinde amcası Kavurd’u mağlup ve esir etti. Birkaç gün sonra Kavurd’un ölümüyle devlet içinde âsayiş yeniden temin edildi. Abbasî Halîfesi Kaim bin Kadir (1031-1075) tarafından hâkimiyet alâmetlerinin gönderilmesi ve devlet adamlarının bağlılıklarını arz etmeleriyle Melikşah, sultanlığını iyice kuvvetlendirdi. Halife tarafından Muizzeddin ve Celâlüddevle lakaplarının lâyık görülmesinin yanısıra, o zamana kadar hiç bir hükümdâra verilmeyen ve “hilâfet makam ve hâkimiyetinin ortağı” mânâsına gelen “Kâsım emirü’l-mü’minîn” lakabı da verildi.

          İçişlerini halleden Sultan Melikşah, Tirmiz’i kurtarmak için harekete geçti. Sefere başladığı sırada Karahanlı Şemsülmülk Nâsır’ın mektubunu aldı ve elçisini kabul ettiyse de kararlı hareketinden vazgeçmedi. Tirmiz’i muhâsaraya başladı. Emir Savtegin’in ikmâl yollarını kesmesi, sultanın başarıya ulaşmasına ve şehrin düşmesine ve Şemsülmülk’ün sulhu kabul etmesine sebep oldu. Şemsülmülk özür dileyerek bir daha düşmanca harekete girişmeyeceğine dâir söz vermesiyle yerinde bırakıldı. Gaznelilere karşı, Emir Gümüştegin ve Anuştegin’i gönderdi. Ancak Gazneli hükümdârı İbrahim bin Mesud, Melikşah’ın başarılarının artması üzerine itâate mecbûr oldu. Gönderdiği elçilik heyeti ve hediyelerle iyi münasebetler tesis edildi. Sultanın kızı Gevher Hatun'un, Gazneli veliahdı Mesud bin İbrahim ile evlendirilmesi, iki devlet arasında çıkması muhtemel anlaşmazlığı önlemiş oldu. Doğu sınırlarını böylelikle garanti altına alan Sultan Melikşah, kendi zamanında en geniş hâle getirdiği imparatorluğunun fetih hareketlerini yapan askerî teşkilatında yeni düzenlemeler yaptı.

          Malazgirt Zaferi'nden sonra, batıya yönelen Selçuklular; buraların fethi için Kutalmışoğulları, Mansur, Süleyman Şah, Alp-ilig, Tutak gibi kıymetli komutanlar vazifelendirmişlerdi. Ayrıca Artuk Bey ve Tutak Bey gibi Türkmen reislerinin harekâtı da Melikşah tarafından desteklendi. Selçuklular Anadolu’ya doğru harekete geçtikleri sırada, tam bir keşmekeş içinde bulunan bu ülkenin vaziyeti, fetihleri kolaylaştırdı. Baskı altında bulunan Hıristiyan halk, merkezle irtibatını kesen Bizans derebeylerinin baskısıyla her yönden eziliyordu. Ayrıca paralı askerlerden meydana gelen Frank birliklerinin halka yapmadığı zulüm kalmamıştı. Bizans sarayında dönen entrikalar ve kendini kuvvetli hisseden her komutanın imparatorluğunu îlân etmeye kalkışması, Anadolu’yu dağınık bir hâle getirmişti. Bu durum, Anadolu’nun fethine memur olan Selçuklu komutanlarının işine oldukça kolaylık sağladı.

          Böylelikle Selçuklu akıncılarının Anadolu’yu fetih hareketi, Bizans başşehrinin karşısına, yâni Boğaziçi’ne kadar dayandı. Güneybatıda ise Milet’e kadar uzandı. Neticede Anadolu’da hareket hâlinde Bizans askerî gücü kalmadı. Hattâ general Botaniates’in Türkmen askerinin ve Selçukluların himâyesinde Bizans tahtına oturması da Anadolu’da Türk gücünün tamâmen yerleştiğini gösteriyordu. Anadolu’nun fethine memur Süleyman Şâh, İznik’i de ele geçirerek Boğaziçi’ni kontrol altına aldı. Bu fetih, batıda büyük bir heyecan doğurdu. Hattâ Avrupalılar Çin’e elçilik heyeti göndererek, Selçukluların doğudan tazyik edilmesini bile istediler. Ancak bu müracaatları neticesiz kaldı.

          1084’te Selçuklu kuvvetleri Fahrüddevle Muhammed bin Cüheyr’in komutasında Diyarbekir bölgesinin fethi için harekete geçtiler. Fahrüddevle yanında Artuk Bey olduğu halde uzun bir muhasaradan sonra 4 Mayıs 1085’te şehre girdiler. Diyarbekir’in düşmesiyle Mervânîler Devleti ortadan kalktı. Ayrıca bölgede bulunan bozuk îtikatlı Karmatîlerin nüfûzuna son verildi. Musul’un fethine memur edilen Aksungur ve diğer büyük Türkmen emirleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteakip Musul’a gelen Melikşah, büyük bir merâsimle karşılandı. Ancak Belh’te çıkan bir isyanı bastırmak üzere geriye döndü ve liyakatini ispat eden Şerefüddevle’ye Musul emirliğini verdi.

          Sultan Alparslan zamanından beri Suriye ve daha güneylere doğru seferlerine devâm eden meşhur Selçuklu kumandanlarından Atsız, Melikşah zamanında da seferlerine devam etti. Uzun süre muhâsara ettiği Dımaşk (Şam) şehrini Mart 1076’da Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na kattı. Dımaşk’ın alınmasından sonra, câmilerde okunan Şiî-Fatimî ezânının okunmasını yasaklayarak Cumâ hutbesini Halife El-Muktedi (1075-1094) ve Sultan Melikşah adına okuttu. Daha sonra Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun temel politikası olan Şiî-Fâtımî Devleti'nin ortadan kaldırılmasına uygun olarak, Mısır’a doğru sefere devam etti. Fakat bu hareket Fâtimîlerin şiddetli mukâvemeti sonucu başarısız kaldı. Başarısızlık, Atsız’ın Suriye emirliğinden alınmasına sebep oldu. Emirliğe getirilen Melikşah’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş ile Antakya’ya gelen Süleyman Şah'ın arasının açılması, burada bir buhranın doğmasına yol açtı. Süleyman Şâh Halep’e doğru harekete geçmiş ve muhâsara neticesi dış kaleyi ele geçirmişti. Ancak Melikşah’ın yaklaştığı haberi muhasarayı kaldırmasına sebep oldu. Süleyman Şâh'ın ölmesiyle Tutuş, Halep’i muhâsara etti. Melikşah’ın meşhur Selçuklu kumandanları yanında olduğu halde Suriye’ye gelmesiyle çekildi. Melikşah, bölgede âsayişi yeniden tesis etti. Akdeniz kıyısına kadar gelen sultan Melikşah, dönüşte hilafet merkezi olan Bağdat’ı ziyâret etti. Halife El-Muktedi tarafından iki kılıç kuşatıldı. Suriye bölgesinde âsâyiş yeniden tesis edildi.

          Sultan Alparslan zamanında hâkimiyet altına alınan Kafkasya, Melikşah’ın tahta geçmesinden kısa bir süre sonra karışıklıklara sahne oldu. 1078-79’da Kafkasya Seferine çıkan Sultan Melikşah, bölgeyi tamâmen hâkimiyeti altına aldı. Buradaki Hıristiyan halkın mükellefiyetlerini azaltarak, devlete bağlılıklarını arttırdı. Bölgenin idâresini de Kutbeddin İsmail’e verdi. Doğuya yaptığı seferlerle de Mâveraünnehir bölgesini Selçuklu topraklarına kattı. Semerkand Hanı Ahmed bin Hizr’in halka zulmetmesi ve devrin âlimlerinin bu durumu düzeltmesini istemeleri, üzerine çıktığı sefer neticesinde Buhara, Semerkand, Kaşgar gibi mühim şehirleri ele geçirdi. Anadolu’dan Asya içlerine kadar genişleyen Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun esas gâyelerinden birisi de Mekke ve Medine şehirlerini alıp burada hutbenin hilâfet makamı adına okunması ve bir Şiî devleti olan Fâtimîlerin yıkılmasıydı. Hicaz bölgesinin alınması ve hutbenin hâlife adına okunması, halledilmesi mühim meselelerden biriydi. Meselenin halli için, emirlerden Tutuş, Aksungur Bozan ve Gevherayin vazifelendirildi. Gevherayin’in kumandasında yola çıkan ve Törsek, Çubuk Yarınkuş gibi emirlerin de içinde bulunduğu muazzam kuvvetler, Hicaz’dan başka Yemen ve Aden’in de Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na katılmasını tamamladılar.

          Sultan Melikşah’ın üzerinde ciddiyetle durduğu meselelerden birisi de Hasan Sabbâh’ın Bâtınî faaliyetleriydi. Hasan Sabbâh, Sultan Alparslan’ın hâcibliğine kadar yükselmiş fakat onun ölümünden sonra Nizamülmülk’le arasının açılması üzerine Mısır’a kaçmıştı. Burada sapık İsmailiye fırkasının yolunu tuttu. Rey’e döndükten sonra kandırdığı câhilleri etrâfına toplayarak eşkıyalığa başladı. Sonradan Doğu İsmailiye Devleti olarak anılacak devletin temellerini attı. İlk olarak Taberistan’da sapık propagandasına başladı. Sünnîlik aleyhindeki çalışmaları, bilhassa Nizâmülmülk tarafından dikkatle tâkip ediliyordu. Taraftarlarıyla, Alamut Kalesini ele geçirmesi ciddî tedbirler alınmasına yol açtı. Üzerine Emir Yoruntaş gönderildi ve yola getirilmesi istendi. Ancak, Yoruntaş’ın âni olarak vefâtı Bâtınî propagandasının artmasına yol açtı. İkinci bir harekâtın başladığı sırada Sultan Melikşah’ın vefâtı (1092), seferi yarıda bıraktı.

          Melikşah, bir insanın en verimli olabileceği bir yaşta, otuz sekiz yaşında vefât etti. Yirmi senelik saltanatı esnasında devleti Kaşgar’dan Batı Anadolu’ya, Kafkasya’dan Yemen’e kadar genişletti. Bağdat’ta vefât eden Sultan’ın nâşı İsfahan’a nakledilerek kendisi için yaptırdığı medresedeki türbesine defnedildi. Orta boylu, geniş omuzlu ve güzel yüzlüydü. Büyük bir devletin hükümdarı olmasına rağmen yumuşak tabiatlı bir zât idi. Sarayında dâimâ devrin âlimleriyle sohbet ederek onların kıymetli fikirlerini alırdı. Her cins silahı mükemmel kullanır ve iyi ata binerdi. Sultan Melikşâh’ın sâhip olduğu unvanlara, kendisinden önce hiçbir sultan kavuşamamıştı. Yaptığı fetihlerde hiç mağlup olmadığı için “Ebü’l-feth”; sâhip olduğu ülkelerin genişliğini belirtmek için “Es-Sultânü’l-âzam, Sultânü’l- âlem, Şehinşâh-i âzam”; emrindekilere ve halkına âdil davranışından dolayı “Es-Sultânü’l-âdil” gibi lakapları dâimâ ismiyle beraber söylenmiştir. Nizâmülmülk, onun hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getiriyordu:

          “Melikşah, Alp Er Tunga neslinden olup dindâr, âlimlere hürmet, zâhidlere iyilik, fakirlere şefkat ve halka adâlet gibi dünyada kimsenin hâiz olmadığı yüksek vasıflara sâhip bir cihân hâkimidir.”

          Devrinde bütün Selçuklu ülkelerini îmar ettirmiş, halkı refaha kavuşturmuştur. Bağdat’ta bir rasathane kurmuş ve 1086 yılında başlayan ve dünyanın güneş etrafında dönmesi esasına dayanan bir takvim inkılabı yapmıştı ki buna “Celalî Takvimi” adı verilir. Melikşah, yarım milyondan fazla askeri olan bir orduya, mükemmelen idâre edebilecek askerî bir dehâya da sâhipti. Sarayında Türkçe konuşulmakla birlikte edebî dil Farsça idi. Kendisinin pek güzel rubaileri vardır. Celaleddin Melikşah’ın Berkyaruk, Sencer, Mehmet adlı üç oğlu vardı ki üçü de hükümdarlık yapmışlardır.




Mevlâna Celaleddin Rumi

          Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı. Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler. 1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar.

          Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi. Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi. Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

          Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu. Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı, ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar. Hayatını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu.

          Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

          "Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"


          "Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol,
          Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
          Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,
          Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
          Hoşgörürlükte deniz gibi ol,
          Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."




Mimar Kemalettin

          1870 yılında İstanbul'da doğdu. Deniz albaylarından Ali Bey'in oğludur. İlköğrenimini İbrahim Ağa ilkokulunda yapmıştır. Babası, görevle Girit'e gidince, Kemalettin de Girit'e gitmiş ve orada bir yandan Fransızca, bir yandan Arapça dersler alarak bu iki dili öğrenmiştir. Babası ile birlikte İstanbul'a dönünce, bu sefer özel hocalardan bu iki dili geliştirmiş ve perkitmiş, bu arada da Şemsülmaarif ve Numune-i terakki okullarında öğretimini ilerletmiştir.

          Lise tahsilini tamamladıktan sonra mühendis okuluna girdi. Bu okulu birincilikle bitirmiştir (1891). Bu yetenekli öğrenciyi, okulun hocası Alman mimar, kendisine asistan olarak almış ve birlikte çalışmıştır. Dört yıl kadar çeşitli mimarlık ve yapı işlerinde çalıştıktan sonra, öğrenimini daha ilerletmek için hükümet hesabına Almanya'ya gönderildi. Mimar Kemalettin, Almanya'ya gitmeden önce, İstanbul'daki çalışmaları sırasında Osmanlı tarihini inceledi. Özellikle Osmanlı Güzel Sanatlar tarihini dikkatle gözden geçirdi. Bu uygarlığın yetiştirdiği mimarları ve bunların en büyüğü olan Mimar Sinan'ı, eserlerindeki özellikleriyle etüt etti. Almanya'ya geldiği zaman, doğu kültürü ile dolu idi.

          Dört buçuk yıl Almanya'da kaldı. Charlattenburg Teknik Okulu'nu bitirdi. 19. yüzyıl Alman mimarisini inceleyerek, tarihle mimarî arasında köprülerin nasıl kurulduklarını öğrendi ve Türkiye'ye döndü. Türkiye'ye dönünce, Mühendis Mektebi'nin mimarlık ve inşaat hocalığına atandı. Burada öğrencilerine, Türk mimarisinin geçirdiği safhaları ve yıkılışını anlatıyor, yabancı ellere düşen Türk mimarisinin nasıl dejenere olduğuna öğrencilerinin dikkatini çekiyordu. Bu hocalığı sırasında bazı yetenekli mimarlarımız yetişmiş ve hocalarının açtığı çığırı yaşatmaya çalışmışlardır.

          Kemalettin Bey, hocalık dışında, özel bürosunda iş de kabul ediyordu. Bostancı, Bebek camileri bu dönem çalışmaları içindedir. Bir ara, Seraskerlik Dairesi Başmimarlığı'na getirildi. 1908 devriminden sonra Evkaf Nezareti inşaat ve tamirat Müdürü oldu. Özellikle bu dönemde verimli çalışmaları görülmüştür, l. Vakıf Hanı, II. Vakıf Hanı, III. Vakıf Hanı ve IV. Vakıf hanları, bu dönem içinde projelendirilmiş, inşaatına girişilmiştir. Mimar Kemalettin, Alman mimarisinin güvenli oturmuşluğu ile Osmanlı mimarisinin inceliğini birleştirerek yeni bir üslup yaratmaya çalışıyor, bir çeşit neo-klasizm denemesi sürdürüyordu. Yahya Kemal'in divan edebiyatında yaptığı işi, Mimar Kemalettin mimaride uyguluyor gibiydi. İkisi de, eskinin ölümsüz yanlarını alarak, değersiz eklemelerden soyutlayarak bir eskimsi yeni veya yenimsi eski yaratmaya çalışmakta idiler. Kemalettin Bey, Türk kubbesini, kemerlerini, sarkıtlarını stlize ederek yapılara yansıtıyor, Türk çinilerini süslemede kullanıyor ve böylece yaptığı binalar, modern niteliklerinden hiçbir şey kaybetmeden, eski mimarimizin özellikleriyle bezenmiş oluyordu.

          Bu neo-klasik arayışa karşı çıkan mimarlar da vardı. Onlara göre, Kemalettin Bey'in yaptığı, eski mimariden kubbe, sarkıt, kemer almak gibi basit bir işti. Bununla bir üslup yaratılamazdı. Ayrıca bu alıntılar, maliyete intikal ettiği zaman, büyücek masraf kapısı açıyorlardı. Oysa Osmanlı Devleti, Batılılaşmaya doğru gitmekteydi. Edebiyatta, resimde, güzel sanatların bütün dallarında Batı'ya giderken, mimaride sapma yapmak, çağın anlayışına ters düşmekti. Durup dururken böyle bir moda yaratmanın âlemi yoktu. Yeni bir çağ başlamıştı ve çağın gereklerine göre, sade, ucuz, hacmin iyi kullanıldığı eserler verilmek sırası idi... Kemalettin Bey, bu eleştirilere aldırış etmeden çalışmalarını sürdürdü, insan, tarihi ile birlikte yaşıyordu. Geçmişten kopmanın imkânı yoktu. Öyleyse, eserlerine kendi düşüncesini, kendi zevklerini ve hatta dünya görüşünü aktarmalıydı: "Her eser, mimarının imzasını taşır."

          Mimar Kemalettin, Kudüs'teki "Mescid-i Aksa"nın tamiri işini üzerine aldı. Bunu büyük bir ehliyetle başardı. Başarısı, yalnız Osmanlı ülkesinde değil, bütün dünyada yankılar yaptı. İngiltere, Kemalettin Bey'i, Kraliyet Mimarlık Enstitüsü'ne üye olarak kabul etti. Son devrin bütün büyük eserleri onun eliyle ortaya konmuştur, denebilir.

          Başlıca eserleri: İstanbul Bahçekapı’daki 4 Vakıf han, Hürriyeti Ebediye Tepesi’ndeki "Şehitler Anıtı", Bostancı, Bebek, Bakırköy camileri, Çamlıca Kız Lisesi binası, Lâleli'deki sıra apartmanlar, Ayazma Mektebi, Eyüp'teki Reşadiye Okulu ve türbesi, Yeşilköy Camisi, Mahmut Şevket Paşa, Cevat Paşa, Ali Rıza Paşa türbeleri, Sultan Selim civarında birkaç medrese, şimdiki Üniversite Kitaplığı... Ankara'da, Mimar Kemal Okulu, Gazi Eğitim Enstitüsü, Türk Ocağı binası, Devlet Demir Yolları binası ve proje halinde kalmış birçok eser... 1927'de öldü. Mimar Kemalettin, Türk mimarî tarihine atılmış şerefli bir imzadır.


Mimar Sinan

          Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu, 17 Temmuz 1588'de İstanbul'da öldü. Doğum tarihi kesin değildir. Ailesine ve yaşamına ilişkin bilgiler, çağdaşı Sâi Mustafa Çelebi'nin onun ağzından yazdıklarına, mimarbaşı olduğu dönemden kalan yazışmalara, kendi vakfiyesine ve yazarı bilinmeyen belge ve kitaplara dayanmaktadır. Kaynaklara göre Sinan, I.Selim (Yavuz) padişah olduktan sonra başlatılan ve Rumeli'de olduğu gibi Anadolu'dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama uyarınca 1512'de devşirilerek İstanbul'a getirildi. Orduya asker yetiştiren Acemi Oğlanlar Ocağı'na verildi, 1514'te Çaldıran Savaşı'nda 1516 - 1520 arasında da Mısır seferlerinde bulundu. İstanbul'a dönünce Yeniçeri Ocağı'na alındı. I. Süleyman (Kanuni) döneminde 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos seferlerine katıldı, subaylığa yükseldi. 1526'da katıldığı Mohaç seferinden sonra zemberekçibaşı (baş teknisyen) oldu. 1529'da Viyana, 1529 - 1532 arasında Alman, 1532 - 1535 arasında da Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı. Bu son sefer sırasında Van Gölü'nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki unvanı verildi. 1536'da Pulya (Puglia) seferlerine katıldı. 1538'de yer aldığı Karabuğdan (Moldovya) seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekti. Bir yıl sonra mimar Acem Ali'nin ölümü üzerine onun yerine sermimaran-ı hassa (saray baş mimarı) oldu. Günümüzdeki bayındırlık bakanlığına eş düşen bu görevi ölümüne değin sürdürdü.

          Mimar Sinan, Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü olduğu çağında yaşamıştır. I. Süleyman (Kanuni), II. Selim ve III. Murat olmak üzere üç padişah döneminde mimarbaşılık yapmış, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında birinci derecede rol oynamıştır. Etkisi ölümünden sonra da sürmüş, her dönemde saygınlığını korumuştur. Atatürk ona ilişkin bilimsel araştırmaların başlatılmasını, onun bir heykelinin yapılmasını istemiştir. 1982'de İstanbul'daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çekirdek olmak üzere oluşturulan yeni üniversiteye onun adı verilmiştir. Sinan'ın yetişmesine ilişkin doyurucu bilgi yoksa da, dülgerliği Acemi Oğlanlar Ocağı'nda öğrendiği sanılmaktadır. Acemi Oğlanlar, başka işlerin yanı sıra yapı işlerinde de görevlendirilirlerdi. Sinan daha sonra ordunun yapı gereksinimini karşılayan birimlerinde görev almış, buradaki çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Gerek ordunun bu birimleri tarafından gerçekleştirilen yapım ve onarım çalışmaları, gerek orduyla birlikte gittiği yerlerde görme olanağı bulduğu yapılar, Mimar Sinan'ın eğitiminin parçası olmuştur.

          Çeşitli kaynaklara göre Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 7 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın eser yapmıştır. Elli yıla yakın bir süre Osmanlı İmparatorluğu'nun mimarbaşılığını yapmış olmasına karşın, bunların hepsini onun tasarlayıp uygulamış olduğunu söylemek güçtür. Çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere imparatorluğun her yanına dağılmış bulunan bu yapıların bir bölümünü öğrencileri ya da ona bağlı mimarlar örgütü yapmış olmalıdır. Bunlar arasında onarımlar da vardır. Sinan'ın ilk önemli yapıtı İstanbul'daki Şehzade (Mehmed) Camii'dir. Kendisinin çıraklık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu cami, dört ayağın taşıdığı ve dört yarım kubbenin desteklediği bir kubbe ile örtülüdür. Dış görünüşlerin kitlesel etkisi azaltılmış, içerde ise daha aydınlık bir mekân oluşturma yoluna gidilmiştir. Onu izleyen Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nde ise yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân sağlanmıştır. Osmanlı - Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri Süleymaniye Camii ve Külliyesi'dir.

          Sinan kalfalık dönemi yapıtı olarak adlandırdığı bu yapıda İstanbul'daki Bayezid Camii'nde kullanılan taşıyıcı sistemi yinelemiş, dört ayak üstüne oturan kubbeyi giriş - mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklemiştir. Süleymaniye, darülkurrası, darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenlemedir ve Türklerin dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği katmalarının en önemli örneğidir. Kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini, uyumlu geçişlerle bir sonrakine iletirler. Yapı bu düzenden gelen bir dinginlikle, İstanbul'un Haliç'e bakan tepelerinden birinde yer alır. Dönemin önde gelen tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu Süleymaniye, her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alınmıştır. Yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirilmiş olması Sinan'ın mimarlıkta olduğu kadar örgütleme alanındaki dehasını da ortaya koyar. Yapının tarihine ışık tutan muhasebe defterleri de günümüze kalmıştır. Sinan yapı ile çatı örtüsü için en yetkin taşıyıcı sistemi, en yetkin biçimi bulmak yolunda deneyler yapmış, hatta zaman zaman geçmişte kullanılıp sonra terk edilen yöntemleri yineleyerek bunların nasıl ileri götürülebileceğini araştırmıştır. Kimi zaman bu tür deneyleri birbirine koşut olarak sürdüğü de görülür. İstanbul'daki Sinan Paşa Camii gibi kimi yapıları, kubbeyi altıgen bir plana oturtmayı denemesiyle Edirne'deki Üç Şerefeli Cami'yi anımsatır. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nde olduğu gibi ana mekânı tek bir kubbeyle örten camileri, erken Osmanlı dönemi camilerini düşündürür. Denemelerinin en ilginçlerinden biri gene İstanbul'daki Piyale Paşa Camii'dir. Burada kökenleri erken Osmanlı döneminden de önceye giden ve yapıyı çok sayıda küçük kubbe ile örten çok ayaklı cami şemasını ele almıştır.

          Bütün bu deneyler onu başyapıtlarından birine, Edirne'deki Selimiye Camii'ne götürdükleri için önemlidir. Sinan ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide daha önce İstanbul'daki Rüstem Paşa Camii'nde çözmeye çalıştığı bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma düşüncesini uygulamıştır. Böylece, taşıyıcı ayaklar incelmekte, yükleri ileten öğelerin küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en önemli mekân belirleyici öğe durumuna gelmektedir. Sinan burada 31 metreyi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir. Külliyenin öteki yapıları camiye göre arka planda tutulmuştur. Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, süslemelerine kadar klasik dönem Osmanlı - Türk mimarisinin önemli bir başyapıtıdır. Sinan öteki yapıtlarında da araştırıcılığını sürdürmüştür. Türbeleri buna örnektir. Şehzade Mehmet Türbesi'nde dilimli kubbe kullanmış, alışılmadık ölçüde süslü bir yüz düzenlemesine gitmiştir. Kanuni Süleyman Türbesi'nde de iç mekân ile dış görünüş arasında bir denge kurmak amacıyla örtü olarak, Osmanlı - Türk mimarlık geleneğinde çok sık kullanılmayan çift yüzlü kubbeyi seçmiş, iç kubbeyi yapının içindeki ayaklara, dış kubbeyi de dış duvarlara taşıtmıştır. II. Selim Türbesi'nde ise geleneksel altı ya da sekizgen plan yerine, yapı öğeleri arasında karşıtlık yaratan, köşelerin kesik kare planını seçmiştir. Sinan'ın, denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü gözlenir. Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştırmıştır. Yola çıkış noktası geleneksel biçim ve plan şemaları olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmamış, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelmiş, böylece eski ile yeni arasında bir bağ oluşturabilmiştir.

          Sinan'ın yapıları mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da önem taşır. Bu nedenle "ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı" diye anılmıştır. Yapılarının çoğunun 400 yıl sonra bile ayakta duruyor, hatta kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu kadar temellerine de özen gösterilmiş olmasındandır. Sinan'ın mühendis yanı su yollarıyla köprülerinde ortaya çıkar. Bunlarda zamanının sahip olduğu tüm mühendislik bilgilerini uygulamış, hatta kimi zaman onları aşan, ileri götüren tasarımlar gerçekleştirmiştir. İstanbul'un su sorununu çözmekle görevlendirilmiş, bentleriyle, tünelleriyle, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla uzunluğu 50 km'yi aşan ve Kırkçeşme adıyla bilinen su yapılarını gerçekleştirmiştir. Süleymaniye Külliye'sine 53 milyon akçe harcanırken Kırkçeşme yapılarına 43 milyon akçe harcanmış olması da zamanında bunlara verilen önemin bir başka göstergesi olmaktadır. Sinan, köprülerini de en az öteki yapıtları kadar önemsemiş, toplam uzunluğu 635.5 metreyi bulan Büyükçekmece Köprüsü ile sağlam olduğu kadar güzel de olan bir yapıt diye övünmüştür. En geniş açıklığı örtecek kubbeyi, en ince ve uzun minareyi araştırmak, böyle bir minaredeki şerefelere birbirleriyle kesişmeyen üç merdivenle çıkmayı denemek, bu mühendislik dehasının yaratıcılığını ortaya koyan örneklerdir.


Eserleri (başlıca)

         Şehzade (Mehmed) Külliyesi: 1543-1548, İstanbul; Rüstem Paşa Külliyesi: 1544-1555, Tahtakale / İstanbul; Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi: 1546, İstanbul; Hayrettin Paşa Hamamı (Çinili Hamam): 1546, Zeyrek / İstanbul; Mihrimah Sultan Külliyesi: 1547-1548, Üsküdar / İstanbul; Rüstem Paşa Medresesi: 1550, Cağaloğlu / İstanbul; Süleymaniye Külliyesi: 1550-1557, İstanbul; Zal Mahmut Paşa Külliyesi: 1551-1566, Eyüp / İstanbul; Sinan Paşa Külliyesi: 1553-1555, Beşiktaş / İstanbul; Kırkçeşme Su Yapıları: 1555-1563, Alibey Köyü / İstanbul; Haseki Hürrem Sultan (Çifte) Hamamı: 1556, Sultanahmet / İstanbul; Rüstem Paşa Kervansarayı: 1560, Edirne; Mihrimah Sultan Külliyesi: 1562-1565, Edirnekapı / İstanbul; Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi: 1564-1569, Lüleburgaz; Büyükçekmece Köprüsü: 1566-1568, İstanbul; Sultan Süleyman Kervansarayı: 1566-1567, Büyükçekmece / İstanbul; Selimiye Külliyesi: 1567-1575, Edirne; Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi: 1571-1572, Kadırga / İstanbul; Piyale Paşa Camisi: 1573-1577, Kasımpaşa / İstanbul; Sultan II. Selim Türbesi: 1574-1577, Ayasofya / İstanbul; Sokullu Mehmet Paşa Camii: 1577-1578, Azapkapı / İstanbul; Valide Sultan Külliyesi: 1577-1583, Üsküdar / İstanbul; III. Murat Köşkü: 1578, Topkapı Sarayı: İstanbul; Kılıç Ali Paşa Camii: 1580, Tophane / İstanbul; Şemsi Ahmet Paşa Camii:, 1580, Üsküdar / İstanbul.




Mirza Feth Ali Ahundzade

          Azeri Türkleri içinde, yarattığı eserlerle Türk milliyetçiliğine hizmet eden Mirza Feth Ali Ahundzade, 1812'de Şeki'de doğmuştur. Ailesindeki huzursuzluk nedeni ile annesi tarafından Güney Azerbaycan'daki Erdebil şehrine, Ahund Hacı Alesger'in yanına götürülmüştür. Alesger, Feth Ali'yi evlatlığa kabul etmiş, Feth Ali de onu babası saymıştır. 1825 yılına kadar Erdebil'de yaşamış, ailesiyle önce Gence şehrine oradan 1826'da doğduğu yer olan Şeki'ye yerleşmişlerdir.

         Güney Azerbaycan'da başladığı eğitimini burada tamamlamıştır. 1834'de Alesger'in yardımıyla Tiflis'e gitmiş ve şark dilleri tercümanı görevine başlamıştır. Ölümüne kadar Tiflis'te yaşayan Feth Ali, Azeri Türkçesi, Osmanlı Türkçesi, Rus, Fars ve Arap dillerini çok iyi öğrenmiştir. Rusya'nın doğu siyasetinin belirlenmesinde etkili olmuştur. Sanat hayatına, Azeri Türkçesi ve Farsça şiirler yazarak başlamıştır. Eserlerinin büyük bir kısmını çağdaşları olan sanatçılara yazdığı manzum mektuplar oluşturur. 1850-1855 yılları arasında drama yazmaya başlamış, Türk dünyasının ilk örnekleri olan altı komedi yazmıştır. Döneminin Azerbaycan hayatını usta bir dil ile yansıtan Feth Ali, 1857'de alfabe üzerinde çalışmaya başlamıştır. Arap alfabesinin ıslahı ve alfabe reformu için projeler hazırlamıştır. İlk proje Arap alfabesi, sonrakiler Latin alfabesi üzerine hazırlanmıştır. 1864'te "Kemalütdövle Mektupları" adlı eserini bitirmiş ancak yayınlatmamıştır. 1878'de Tiflis'de vefat etmiştir.


Eserleri

        En önemli eserleri makaleleridir. Yanlışlıkları ortaya koymayı amaç edinmiş ve çağdaş ilmi tenkidin Azeri edebiyatında ilk örneklerini vermiştir. Temsilat (1859), Kemalüd dövle Mektupları (1926), Hekayeti Hırs Gldurbsan (1938), Hekayati Molla, İbrahimelil Kimyager (1938), Seçilmiş Eserler (1938), Aldanmış Kevakib (1962) gibi eserlerinin yanında komediler ve piyesler yazmıştır.




Muhsin Ertuğrul

          Sinema ve tiyatro yönetmeni Muhsin Ertuğrul 1892'de İstanbul'da doğdu. İlköğrenimini Tefeyyüz Mektebi'nde ve Darüledep'te yaptı. Daha sonra soğuk çeşme ve Toptaşı Rüştiyelerinde okudu. Oradan Mercan İdadisi'ne geçti. 1909 yazında Erenköy'de Burhanettin Kumpanyasının bir temsilinde ilk olarak sahneye çıktı. Daha sonra Reşat Rıdvan ve Burhanettin Beylerin Odeon tiyatrosunda çalıştı. Hamlet'te Laerdes rolüne çıktı. Arkadaşı Vahram Papazyan'ın öğütlerine uyarak gittiği Paris'te (1911), uzun yıllar etkisinden kurtulamadığı Mounet - Sully'yi seyretti. 1913'de tekrar Paris'e gitti.

          1914'de Türkiye'ye döndüğü zaman Reşat Rıdvan Bey, Darülbedayi Osmaninin hazırlık çalışmalarına girişmişti. Edebi tiyatro heyeti adındaki, Fransa'dan çağrılan Antoine'ında katıldığı juri önünde Hamletten bir bölümü oynayan Muhsin Ertuğrul, tiyatronun sanatçı kafilesine alındı. Strintberg'den Baba, Kistemaeckers'den kasırga adlı oyunları Türkçe ye çevirdi. Viyana'da Otello çalışmalarını izledi. 1922'de Kemal film adına, İstanbul'da Bir Facia, Aşk ve Boğaziçi Esrarı filmlerini çevirdi. Leblebici Horhor, Kız Kulesi'nde Bir Facia, Ateşten Gömlek, Sözde Kızlar filmlerini çevirdi. Repertuardaki oyunlar arasında İhtilal (L. Andreyev), Baba (Stringberg), Bir Halk Düşmanı (İpsen), Prof. Kienow (K. Branson), Kreuteser Sonatı (L. Tolstoy), Humma (C. Mere), Otello (Shakespare), Sırat Köprüsü (Birabeau - doley), Kamelyalı Kadın (A. Dumas Fils) gibi yabancı oyunların yanı sıra, Ahmet Vefik Paşa'nın Moliere uygulamaları, Azerya ve Yorga'daki Dandini ile Vedat Örfi (Bengü), Vedat Nedim (Tör), Sermet Muhtar, Mahmut Yesari, Osman Cemal, İbrahim Necmi gibi Türk yazarlarının yapıtlarını da sahneledi ve oynadı.

          Devlet tiyatro ve operası kanunu çıkınca, bu kurumun başına genel müdür olarak getirildi. Çalışmaları sırasında Türk yazarlarının oyunlarına büyük ölçüde önem verişi de dikkatten kaçmıyordu. Ancak bu çabalar 1951 yılında kesintiye uğradı. İstifa ederek ayrıldı. Bir bankanın desteği ile İstanbul'da Küçük Sahne'yi kurdu ve çalıştırmaya başladı. Bu arada da ilk renkli Türk filmi, Halıcı Kız'ı (1954) çevirdi. 1979 yılında vefat etti.




Mustafa Kemal ATATÜRK

          Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1881'de Selanik'te, Ahmet Subaşı Mahallesi'ndeki pembe boyalı, ahşap bir evde doğdu. Selanik o tarihte Osmanlı İmparatorluğu içinde bulunuyordu. Mustafa Kemal'in Makbule adında bir kız kardeşi vardı. Babasının adı Ali Rıza, annesi Zübeyde Hanım'dır. Mustafa Kemal 1886'da ilkokula başladı ve başarıyla bitirdikten sonra 1893 yılında Selanik Askeri Rüştiyesi'nde (ortaokuluna) devam etti. Mustafa Kemal askeri ortaokulu 1896'da bitirdikten sonra Manastır Askeri Lisesi'ne yazıldı. Bu okulda Fransızca dersleri aldı.

           1899'da Askeri liseyi bitirip İstanbul Harp Okulu'na yazıldı. Bu dönemde Osmanlı yönetimini inceledi, durumun iyiye gitmediğini anlayan Mustafa Kemal okulda el yazması bir gazete çıkarmaya başladı. Bu eylemin amacı yeni, çağdaş, özgürlük fikrini yaymak ve memleketin durumunu herkese bildirmekti. Yalnız bu eylem uzun sürmedi ve gazete yasaklandı. 1902'de teğmen olan Mustafa Kemal, İstanbul Harp Akademisi'ne yazıldı. 11 Ocak 1905'te de İstanbul Harp Akademisi'ni bitirerek yüzbaşı rütbesi ile 7. Ordu emrine atandı. 20 Haziran 1907'de Selanik'te bulunan 3. Ordu'da görevlendirildi. 13 Nisan 1909'da İstanbul'da meydana gelen İkinci Meşrutiyet'e karşı 31 Mart İsyanı'nı bastıran "Hareket Ordusu"nun Kurmay Başkanı olarak İstanbul'a geldi. 1910'da Fransa'ya gönderildi ve askeri manevralarda bulundu. Daha sonra Trablusgarp'a gönüllü gitti ve İtalyan kuvvetlerini bozguna uğrattı. Mustafa Kemal, İstanbul'a döndükten sonra 3 Kasım 1913'te Sofya'ya askeri ateşe olarak atandı ve 1 Mart 1914'te yarbaylığa yükseldi. Osmanlı Devleti 1914'te I. Dünya Savaşı'na girdi. Mustafa Kemal'in görev istemesi üzerine 2 şubat 1915'te Tekirdağ'daki 19. Tümen Komutanlığına tayin edildi.

          Çanakkale Harpleri'ne katılan Mustafa Kemal, Anafartalar'da İngilizlerin ve Fransızların ilerlemesini önledi. "Anafartalar kahramanı" olarak Anafartalar Grubu Komutanlığı'na atandı. Arıburnu'nda ve Conkbayırı'nda düşmanı bozguna uğratan Mustafa Kemal düşman birliklerinin Boğaz'dan İstanbul'a geçmesini önledi. Mustafa Kemal bir süre sonra Diyarbakır Kolordu Komutanlığı'na atandı ve 19 Mart 1916'da general oldu. Doğu'da Ruslara karşı büyük zaferler kazanan M. Kemal, Bitlis ve Muş'u geri aldı. 16 Mart 1917'de 2. Ordu ve kısa bir zaman sonra da 7. Ordu Komutanlığı'na atandı. Yıldırım Orduları Komutanı Mareşal von Falkenhayn ile ordunun düzeni konusunda anlaşamayınca 7 Ekim 1917 tarihinde bu görevinden ayrıldı ve İstanbul'a döndü. Karargahta görev verilen M. Kemal 15 Aralık 1917 tarihinde Veliaht Vahdettin'in Almanya gezisine katıldı. 4 Ocak 1918 tarihinde seyahatten dönen Mustafa Kemal, 7. Ordu'daki görevine başladı. Fakat orada böbreklerinden rahatsızlandı ve tedavi olmak üzere Viyana'ya gitti. 2 Ağustos 1918 tarihinde Viyana'dan İstanbul'a döndü ve bu arada padişah olan şehzade Vahdettin'le memleket sorunlarını bir kere daha görüştü. Mustafa Kemal bu görüşmeden sonra kararını verdi: 28 Ağustos 1918 tarihinde Halep'e giden Mustafa Kemal 7. Ordu Komutanı olarak görevine başladı. 19 Eylül 1918 günü İngilizler ve Arap birliklerine kahramanca karşı koydu. Daha sonra "Yıldırım Orduları Komutanlığı" görevini, Mareşal Liman von Sanders'ten devraldı. Yıldırım Orduları Grup karargahı 7 Kasım 1918 tarihinde kaldırıldı ve Mustafa Kemal, İstanbul'a döndü. 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu yenik sayılınca 19 Mayıs 1919 günü Padişah tarafından, 9.Ordu Müfettişliği, yani "Türklerin Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek ve önlemek" görevi ile Samsun'a çıktı. "Mustafa Kemal, Samsun'a çıktığı zaman, kafasında kuracağı devletin temellerini atmıştı. Modern çağdaş bir devlet kuracaktı. Kurdu da". Erzurum ve Sivas kongrelerinde başkan seçildi ve 27 Aralık 1919'da Ankara'ya geldi. 23 Nisan 1920'de Ankara'da "Büyük Millet Meclisi"ni açtı ve ertesi gün başkanlığa seçildi. Artık "Ankara'da bütün Türklerin temsilcisi bir Meclis ve onun başında da vatansever ve eşsiz bir devlet adamı vardı: MUSTAFA KEMAL".

          23 Ağustos 1921 Sakarya Meydan Muharebesi savaş alanında Mustafa Kemal ordusunun başında milletine şöyle diyordu: "Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile sulanmadıkça terk olunamaz." Üç buçuk sene süren Kurtuluş savaşı ile vatanımızı işgalcilerden kurtarıp 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması ile yeni Türk Devleti'nin meşruluğunu kabul ettirdi. Bu arada Padişah Vahdettin, gizlice bir İngiliz gemisine binerek 17 Kasım 1922 günü İstanbul'u terk etti. 29 Ekim 1923 günü büyük şenliklerle Cumhuriyet ilan edildi ve Gazi Mustafa Kemal ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Kurulan Cumhuriyet hükümeti, devlet idaresinde, hukukta, kültürde, ekonomide ve benzeri her konuda süratle devrimlerini yapmaya başladı. Saltanatın kaldırılmasından sonra, 3 Mart 1924 tarihinde Hilafet de tarihe karıştı. Ve Mustafa Kemal 53 yaşındayken, 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM "Türk milleti adına", kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi. Kısacık ömrünü zaferlerle süsleyen, milletini bağımsızlığına kavuşturarak yepyeni bir devlet kuran, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, 10 Kasım 1938 perşembe günü, saat 9.05'te İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini kapadı.

"TÜRK ÇOCUĞU ECDADINI TANIDIKÇA, DAHA BÜYÜK İŞLER YAPMAK İÇİN KENDİNDE KUVVET BULACAKTIR"




Münir Nurettin Selçuk

          1901'de İstanbul'un Sarıyer semtinde doğdu. Doğum tarihi için çeşitli kaynaklarda 1899, 1900, 1902 tarihleri de gösterilmiştir. Divanı Hümayun muavini ve Darülfünun ilahiyat Şubesi muallimlerinden Mehmed Nuri Bey ile Fatma Hanife Hanım'ın oğludur. On beş yaşında Darü'lFeyzi Musiki Cemiyeti'ne öğrenci olarak girdi. Üç yıl sonra da, hanendelerinden biri olduğu bu topluluğun konserlerine çıktı. 1907'de Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi'ni bitirip Kadıköy Sultanî'sine yazıldı. Aynı yıl Darülelhan'a da girdi, Zekaizade Ahmed Efendi'den dört yıl ders aldı. Daha sonra Ali Rıfat Bey'in (Çağatay) başkanlığındaki Şark Musiki Cemiyeti'ne girdi; kurucuları arasında da yer aldığı bu dernekteyken Bestenigar Ziya Bey'den birçok fasıl meşk etti. Genç Münir Nurettin ilk kez Şark Musiki Cemiyeti'nin konserlerinde solist olarak parladı. Askerlik görevi sırasında, 1923'te mülazım (teğmen) rütbesiyle Muzikai Hümayun'a girdi; Cumhuriyet'in ilanından sonra da Riyaseti Cumhur Heyeti'nde üç yıl görev aldıktan sonra ayrıldı. Aynı yıl Sahibinin Sesi plak şirketi adına Paris'e giderek iki yıl ses tekniği dersleri aldı. Dönüşünde, 22 Şubat 1930 gecesi, Beyoğlu'ndaki Fransız Tiyatrosu'nda kemanî Nubar Tekyay, kemençeci Ruşen Kam, tanburî Mesut Cemil ve kanunî Artaki Candan'ın sazları eşliğinde yepyeni bir anlayışla ilk sahne konserini verdi. Bunu öteki konserleri izledi. Mikrofon kullanmadan, ayakta okuyarak verdiği bu konserlerde ortaya koyduğu icra üslubu ve tekniği solo icrada bir dönüm noktası oldu, yeni ufuklar açtı. O zamana kadar bu tür bir okuyuşla modern bir konser salonu düzeni içinde konser veren olmamıştı. Türk musikisi daha önce hep küçük mekanlarda, özel musiki meclislerinde oturan hanendelerce icra edilirdi.

          Münir Nurettin 1920'lerin ilk yıllarından başlayarak uzun yıllar düzenli olarak plak doldurdu. Sahibinin Sesi, Orfeon Record, Polydor, Odeon, Pathe şirketleri için doldurduğu plaklar onun zamanla çok geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmasını sağladı. Selçuk 1953'te İstanbul Belediye Konservatuarı'na üslup ve teganni öğretmeni olarak atandı. Ertesi yıl konservatuarın icra heyeti şefliğine getirildi. Bu tarihten 1976'ya kadar, yirmi iki yıl boyunca üç yüz civarında konser yönetti. Çok geniş bir ilgi gören bu konserlerin verildiği yıllar icra heyetinin en parlak dönemidir. Selçuk icra heyeti şefliğine getirildiği yıl, İstanbul radyosunda müşavirlik görevi de üstlendi. Üç yıl süren bu görevi sırasında stajyerlere ders verdi; gerek konservatuarda, gerekse radyoda hoca olarak pek çok okuyucunun yetişmesinde emeği geçti. Bir eğitmen ve öğretmen olarak da kendisinden sonraki kuşaklar üzerinde derin izler bıraktı, İstanbul Radyosu ve İcra Heyeti için yazdığı notalarla da musiki kütüphanesini zenginleştirdi. Selçuk, Mısır, Irak, Suriye, Macaristan, Avusturya ve İngiltere'de konserler verdi. Mısır'da bulunduğu sıralarda Ümmü Gülsüm ve Abdülvahap ile dostluklar kurdu, bu çok ünlü sanatçıların takdirlerini kazandı. Münir Nurettin Selçuk 27 Nisan 1981'de öldü; mezarı Bebek'teki Aşiyan Mezarlığı'ndadır.

          Selçuk yirminci yüzyıl Türk musikisinin en önde gelen birkaç sanatçısından biridir. Türk musikisinin konserler, taş plaklar ve radyo yayınları ile izlenebilen icra tarihi içinde onun kadar etkili olmuş bir başka hanende daha gösterilemez. Öyle ki, bu yüzyılın icra tarzları "Münir Nurettin'den önce" ve "Münir Nurettin'den sonra" ayırımıyla değerlendirilebilir ancak. İcraya en önemli katkısı, daha çok hafızlara özgü olan "gaygaylı" okuyuş tarzını büyük ölçüde temizleyerek yerine daha sade, daha "düz" bir okuyuş getirmesidir. Gerçi gırtlak nağmelerini o da kullanmıştır; ama bunlar eski hanendelerinkine göre çok sade ve düz nağmelerdir. Selçuk eski geleneğe özgü bu gırtlak süslemelerini yeni bir anlayış, zevk ve teknikle, büyük bir ustalık göstererek kullanmıştır. Sözgelimi, sazlara özgü çarpmaları çok güzeldir. Selçuk özellikle Paris'te ses tekniği eğitimi görüp yurda döndükten sonra üslubunu gitgide olgunlaştırıp mükemmelleştirdi. Nefesini, sesinin tiz ve pest bölgelerini çok iyi kullandı; göğüs ve kafa seslerinden birbirine geçişleri ustaca, belli etmeden gerçekleştirdi. Nefes hareketlerini ezgi cümlelerinin gerektirdiği biçimde ayarladı; sesinin rengini, tınısını da icra şekline çok iyi yansıttı. Hiç zorluk çekmeden, birbirinden farklı akortlarla da aynı güzellikte okuyabiliyordu. Gerek Osmanlı Türk musikisinin yapısını, gerekse eski icrayı çok iyi bilen bir sanatçı olarak, getirdiği bütün yenilikleri bu musikinin aslından uzaklaşmadan gerçekleştirdi; eski ile yeniyi kaynaştırdı, böylece yeni bir üslup geliştirdi. Selçuk inanılmaz derecede geniş bir repertuarı olan bir musiki adamıydı. Sadece doldurduğu plaklara bakmak bile repertuar bilgisi hakkında yeterli bir fikir verir, repertuarındaki eserlerin de en asil şekillerini öğrenmiş, hatta bunlardan bir kısmım notaya almıştı. Yönettiği korolara da, klasik eserlerin en sağlam kaynaklardan öğrendiği şekillerini okuturdu. Onun gibi bir ses üstadının repertuar bilgisini icrasına yansıtması da pek tabiîydi.

          Selçuk hemen hemen bütün beste şekillerindeki eserleri okuyabilen bir yorumcuydu. Kar, karçe, murabba beste, nakış, ağır semai, yürük semai, şarkı, türkü, koşma, gazel gibi dindışı; mevlevî ayini, durak, tevşih, ilahi gibi dinî beste şekillerindeki pek çok eseri konserlerinde ve plaklarında okumuştur. Birbirinden farklı bütün bu musiki şekillerindeki klasik eserleri; o beste şekillerinin gerektirdiği biçimde, son derece sanatkarane bir üslup, tavır ve eda ile yorumlamıştır. Örneğin, kendisinden önceki birçok gazelhan, mevlid gibi gazel okur, dinî musikiye özgü üsluptan pek kurtulamazdı. Selçuk ise, gazel ile mevlidi üslup yönünden ayırt etme kaygısını duymuş, böylece gazeli dindışı bir üsluba kavuşturmuş, bu üslubuyla da çok değerli bir gazelhan olarak kendini kabul ettirmiştir. Selçuk getirdiği bütün bu yeniliklerle musikinin icrasına bir yorum derinliği de getirmiş oluyordu. Onun yorumundan hiç etkilenmemiş solist yok gibidir. Selçuk'un musiki başarılarından söz ederken, onun yetişmesinde payı olan iki değerli musikişinasın bu başarıdaki payını vurgulamak gerekir. Üstadın hocalarından biri Üsküdarlı Bestenigar Ziya Bey'di. Ziya Bey geleneğin icra üslubunu çok iyi özümlemiş gerçek bir "femi muhsin", yani eski musikinin güzelliklerini bilen ve öğretebilen "ihsan edici, güzel bir ağız"dı. Nitekim, Selçuk'tan başka pek çok değerli musikişinasın da yetişmesinde büyük emeği geçmiştir onun. İcranın bu yüzyılda büyük bir atılım göstermesini sağlayan, musiki zevki çok gelişmiş bir sanat adamıydı Üsküdarlı Ziya Bey. Selçuk'un öteki hocası olan Zekaizade Ahmet Efendi ise klasik repertuar bilgisi yönünden erişilmesi güç bir musiki adamıydı. Selçuk ondan geçtiği fasıllarla hem repertuarını genişletmiş, hem de eski eserlerin en asil şekillerini öğrenmiştir. Selçuk sesinin güzelliğini uzun süre muhafaza edebilmiş bir sanatçıdır. Sesinin lezzeti altmışlı yaşlarında iken bile kaybolmamıştı. Yetmiş yaşını geçtikten sonra bile konserler vermiş, plaklar doldurmuştur. Sesine ve sağlığına çok özen göstermesi, ses tekniği bilgisi, sanat heyecanını hiçbir zaman yitirmemesi ve sağlığı elverdiği sürece musikiden kopmaması onun uzun bir musiki ömrü olmasını sağlamıştır. Selçuk sesini bir saz gibi kullanabilen eşsiz bir hanendeydi. Yirminci yüzyılda icra açısından büyük bir atılım gösteren Türk musikisinde bu başarının ilk doruk noktası Tanburî Cemil Bey, ikincisi ise Münir Nurettin Selçuk'tur. Yahya Kemal'in dediği gibi, Tanburî Cemil Bey'in sazla ifade ettiğini Selçuk sözle ifade etmiştir. Kısacası, Tanburi Cemil Bey'in plakları gibi Münir Bey'in plakları da tekrar tekrar dinlemekle, incelemekle, taşıdığı musiki nitelikleri üzerinde uzun uzadıya durmakla değerlendirilebilecek zenginlikler sunuyor.

 
 
  90632 ziyaretçi  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol