TÜRK İSLAM TARİHİ VE İSLAMİYET HAKKINDA HER ŞEY
  N
 



Naima

          Türk tarihinin en büyük ustası... İbni Haldun'un bilimsel Batı tarihine temel olan fikirlerinden hareket ederek, Osmanlı tarihini kaleme alan büyük yazar! Naima, saray vak'anüvisi olduğu halde, tarihçi olmasını bilmiş ilk fikir adamımızdır. Tarihin, olaylar dizisinden ibaret olmadığını, yaşanan hayata etkisi olan "Yaşanmış hayat parçası" olduğunu idrak eden ve belgelerin dışında sadece sosyolojik yorumlara yer veren bu tarihçimiz, günümüzün birçok tarihçilerine bile hocalık edecek düzeyde bir tarih bilginimizdir. 1655'te Halep'te doğdu. Asıl adı Mustafa Naim'dir. Genç yaşta İstanbul'a gelmiş ve Baltacılar Ocağı'na kaydolmuştur . Bu ocağa kayıtlı olanlar, Beyazıt Camii'ndeki derslere de devam ederlerdi. Naima da öyle yaptı. Dersleri dikkatle izledi ve her öğrendiğini kendi içinde tartışarak bir kere daha değerlendirmeden kullanmadı.

          Bir süre sonra Baltacılar Ocağı'ndan çıkıp Divan-ı Hümayun kalemine girdi. Burada "Naima" mahlasını almıştır. Karagöz Ahmet Paşa, kaptan-ı deryalığa getirilince, paşanın "divan efendisi" oldu. Bu dönemde kendisini, devrin önemli kişilerine tanıtmak fırsatını buldu. Şair, bilgin Rami Mehmet Efendi, Kazasker Yahya Efendi gibi insanlarla dost oldu. İstanbul gümrüğünde 1000 kuruş aylıkla göreve gelmesi, Rami Mehmet Efendi'nin sayesindedir. Fakat asıl parlaması, Amcazade Hüseyin Paşa'nın sadareti zamanına rastlar. Amcazade şairleri, sanatkârları, fikir adamlarını çok yakından korumuş, kollamış bir devlet adamı idi. Naima'daki cevheri farkettikten sonra onu saraya, vak'anüvis olarak aldı. Kendi adını taşıyan tarihin önsözünü yazdığı zaman bunu Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa'ya sundu. Bu önsöz gerçekten önemlidir. Çünkü, o zamana kadar gelen bütün tarihçilerden farklı olarak bu önsözde Naima, olaylara nasıl baktığını, nasıl değerlendirdiğini anlatıyor, İbni Haldun'un sosyolojik tarih metodunu kullanacağını haber veriyordu. Bugün de değerini muhafaza eden bu önsözü okuyan Sadrazam, Naimâ'yı ödüllendirdi ve takdirlerini bildirdi.

          Naima'nın, bilimsel bir tarihçi olması ne kadar önemli ise, çağında bir sadrazamı, bilimsel tarihten anlaması ve Naimâ'yı arkalaması da o kadar önemli bir konudur. Osmanlı devlet yapısına ışık tutar. Nitekim Amcazade'nin ölümünden sonra iş biraz tavsamış, fakat Damat Hasan Paşa sadrazam olunca bu tarih seven devlet adamı Naimâ'yı hem "korumuş', hem eserinin zamanına kadar işlenmesini emretmiştir. Naima'nın ocak arkadaşı Karagöz Ahmet Paşa, sadrazam olunca 28 Eylül 1704'de Naima'nın da yıldızı parladı. Anadolu muhasebeciliğine tâyin edildi. Geçimi ferahlamıştı. Yıldızlar ilmi üzerinde de çalışıyor, bazı "zayice"ler yazıyordu. 1706'da Sadrazam olan Çorlulu Ali Paşa, Naima'nın zayicelerinden kuşkulandı ve Hanya'ya sürgün etti. Hanya'dan Bursa'ya geldi. Bir yıl sonra da İstanbul'a dönmesine izin verildi. Sadrazam, Şehit Ali Paşa idi. Büyük bir kitaplığı vardı ve şairleri, sanatkârları ve bilginleri arkalıyor, onları devlet hizmetine yerleştiriyordu. Naimâ'yı teşrifatçı yaptı, ayrıca Kalyonlar Defterdarlığı'na tâyin etti. Bu dönemde Naima, büyük eseri olan "Tarih"ini yazmaya devam etti. Fakat Silahtar Damat Ali Paşa'nın sadareti zamanında işleri yine bozuldu.

         Ordu ile birlikte Mora seferine katılan Naima, Mora'ya defter emini olarak tâyin edildi. Bunu hiç istemiyordu, İstanbul'a dönmek muradında idi. Fakat derdini kimselere anlatamadı. Üzüntüler, sıkıntılar içinde Paleo Patras kasabasında hayata gözlerini yumdu. Naima, Amcazade Hüseyin Paşa'nın teşviki ile 1591 tarihinden 1660 tarihine kadar olan zamanı Menarzade Ahmet Efendi'nin Vakayiname müsveddelerinden de yararlanarak yazmış ve birinci cilt olarak yayınlamıştır. Birinci bölümün devamı olan 1660- 1699 döneminin bütün belgelerini 'hazırlamış, notlarını almış, müsveddelerini geliştirmiş, fakat tamamlamaya fırsat bulamadan ölmüştür. Ölümünün üstünden bir hayli geçtikten sonra Naima'nın müsveddeleri, notları, Şehrîzade Sait Efendi'ye geçmiş ve son bölüm onun kalemi ile tamamlanmıştır. 17. yüzyıl Osmanlı uygarlığının yetiştirdiği en büyük naşirlerinden biridir. Biridir deyişimizin sebebi, büyük söz ustası Kâtip Çelebi'nin de bu yüzyılda "Seyahatname"sini yazmış olmasıdır. Naima, kalemi fırça gibi kullanmasını bilen bir yazardı. Sadece yazdığı olayı düşünmez, olayın çevresindeki öteki olaylarla, yazdığı olayın arasındaki münasebetleri bulur, çağı bir "bütün" olarak çizgi çizgi ortaya çıkarırdı. Günümüzde elbette Naimâ'dan daha iyi tarihçilerimiz vardır, fakat o veciz, beyan sadeliğine ulaşacak bir kalem zor gelir....




Namık Kemal

          21 Aralık 1840'ta Tekirdağ'da doğdu, 2 Aralık 1888'de Sakız Adası'nda öldü. Asıl adı Mehmed Kemal'dir, Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Babası, II. Abdülhamid döneminde müneccimbaşılık yapmış olan Mustafa Asım Bey'dir. Annesini küçük yaşında yitirince çocukluğunu dedesi Abdüllâtif Paşa'nın yanında, Rumeli ve Anadolu'nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 18 yaşlarında İstanbul'a babasının yanına döndü. 1863'te Babıali Tercüme Odası'na kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanışma olanağı buldu. 1865'te kurulan ve daha sonra yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın sonucu 1867'de kapatıldı. Namık Kemal de İstanbul'dan uzaklaştırılmak için Erzurum'a vali muavini olarak atandı. Bu göreve gitmeyi çeşitli engeller çıkarıp erteledi ve Mustafa Fazıl Paşa'nın çağrısı üzerine Ziya Paşa'yla birlikte Paris'e kaçtı. Bir süre sonra Londra'ya geçerek M. Fazıl Paşa'nın parasal desteğiyle Ali Suavi'nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. Daha sonra Ali Suavi'yle anlaşamaması üzerine Muhbir'den ayrıldı. 1868'de gene M. Fazıl Paşa'nın desteğiyle Hürriyet adı altında başka bir gazete çıkardı. Çeşitli anlaşmazlıklar sonucu, Avrupa'da desteksiz kalınca, 1870'te zaptiye nazırı Hüsnü Paşa'nın çağrısı üzerine İstanbul'a döndü. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872'de İbret gazetesini kiraladı. Aynı yıl burada çıkan bir yazısı üzerine gazete hükümetçe dört ay süreyle kapatıldı. Namık Kemal İstanbul'dan uzaklaştırılmak amacıyla Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistire oyunu, 1873'te Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahnelendiğinde halkı coşturup olaylara neden oldu. Bu haberi İbret gazetesinin yazması üzerine o sırada İstanbul'a dönmüş olan Namık Kemal birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Bu kez kalebentlikle Magosa'ya sürgüne gönderildi. 1876'da I. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi'yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı - Rus Savaşı çıkınca II. Abdülhamid'in Meclis-i Mebusan'ı kapatması üzerine tutuklandı. Beş ay kadar tutuklu kaldıktan sonra Midilli Adası'na sürüldü. 1879'da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884'te Rodos, 1887'de Sakız Adası'na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu'da Bolayır'da gömüldü.

          Namık Kemal ilk şiirlerini çocuk denecek yaşlarda yazmaya başlamıştır. İstanbul'a geldikten sonra eski ve yeni kuşaktan şairlerin bir araya gelerek kurdukları Encümen-i Şuârâ'ya ve bazı divan şairlerine nazireler yazmıştır. Şinasi'yle tanışıncaya değin, şiirlerinde tasavvuf etkileri görülür. Bu dönemde özellikle Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galib gibi şairlerden etkilenmiştir. Şinasi'yle tanışmasından sonra şiirlerindeki içerik de değişmiştir. Günlük konuşma dilinden alıntıların yanı sıra, o zamana değin geleneksel Türk şiirinde görülmemiş olan "hürriyet kavgası", "esaret zinciri", "vatan", "kalb-i millet" gibi yepyeni kavramlarla birlikte, doğrudan doğruya düşüncenin aktarılmasını amaçlayan bir tür "manzum nesir" oluşturmuştur. Bosna - Hersek Savaşları, 93 Savaşı gibi olayların yarattığı sonuçlar, onun yazdığı vatan şiirlerini etkilemiştir. Bu şiirlerin en tanınmışları arasında "Vâveyla", "Vatan Mersiyesi", "Vatan Şarkısı" ve "Hürriyet Kasidesi" yer alır. Namık Kemal şiirleriyle şiir tekniğine büyük bir katkıda bulunmuş sayılmazsa da o günler için alışılmamış diri bir sesle konuşmuş olması ve yapıtlarına kattığı yeni kavramlarla Türk şiirini divan şiirinin edilgen edasından kurtarmıştır. Bütün bu nitelikler onun Vatan Şairi olarak anılmasına yol açmıştır. Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke içinde değil, Avrupa'da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Magosa'dayken yazdığı Gülnihal'de baskıya ve zulme karşı duyduğu tepkiyi dramatik bir biçimde dile getirmiştir. Oyunun sahnelenmesinde pek çok bölüm sansüre uğramıştır. Namık Kemal yine Magosa'da yazdığı Akif Bey'de, yurtsever bir deniz subayının göreve koştuğu sırada karısının kendisine bağlılık göstermeyişini anlatırken, ahlaksal bir yorum da getirir. Zavallı Çocuk'ta görücü yoluyla evlenmeye karşı çıkar.

         On beş perdelik Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal'in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Oyun, Moğollara karşı İslam dünyasını koruyan Celaleddin Harzemşah'ın kişiliği çevresinde gelişir. Bu yapıtta Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal'in ilk romanı olan İntibah 1876'da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah, Türk romanında bir başlangıç sayılabilir. Eleştirmenler Namık Kemal'in bu romanda yüksek bir edebi düzey tutturamadığı görüşünde birleşirler. Dört yıl sonra yayımladığı Cezmi, tarihsel bir romandır. Kırım Şehzadesi Adil Giray'ın yaşadığı aşk ve Cezmi'nin onu kurtarmak isterken geçirdiği serüvenlerle gelişen romanda, Namık Kemal'in tam anlamıyla Avrupa romantizminin etkisinde olduğu izlenir. Namık Kemal'in yaşamı boyunca ilgi duyduğu alanlardan birisi de tarihtir. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş ve yükseliş dönemlerini anlattığı Devr-i İstila yayımlandığında büyük ilgi görmüştür. 1872'de çıkan Evrak-ı Parişan'da, Selahaddin Eyyubi, Fatih gibi tarihi kişilikleri, Barika-i Zafer'de İstanbul'un alınışını anlatır. Ahmed Nâfiz takma adıyla yayımladığı Silistre Muhasarası ve Kanije, yine Osmanlı tarihine ilişkin kahramanlık olaylarını ele alan kitaplardır. Namık Kemal'in, tarih konusunda en kapsamlı çalışması olan Osmanlı Tarihi'nde Hammer'in etkisinde kaldığı, yapıtın bilimsel olmaktan çok, eğitici değer taşıdığı konusunda görüşler ileri sürülmüştür. Yarım kalan bu yapıtın ilk basımı II. Abdülhamid tarafından yasaklanmıştır.

        1975'te yayımlanan Büyük İslam Tarihi adlı yapıtındaysa Namık Kemal, İbn Haldun ve İbn Rüşd'den yararlanmış olduğunu belirtmiştir. Namık Kemal romanı ve tiyatroyu toplumsal yaşama soktuğu gibi, edebiyat eleştirisini de Türkiye'ye ilk getiren kişilerden biri olmuştur. En önemli eleştiri yapıtları Tahrib-i Harâbât ile Takip'dir. Eleştirilerinde canlı, dolaysız bir üslup kullanmıştır. Tahrib-i Harâbât, Ziya Paşa'nın Harâbât adlı güldestesine karşı yazılmış sert bir eleştiri niteliğindedir. Takip de yine aynı güldestenin ikinci cildini eleştirir. Mukaddeme-i Celal eleştirisinde Namık Kemal, Batı edebiyatı ile Doğu edebiyatını karşılaştırmış, tiyatro, roman türleri üstünde durmuştur. Namık Kemal gazeteci olarak da Türk kültürü içinde önemli bir yer alır. Döneminin hemen hemen bütün yenilik yanlısı ve ilerici gazetelerinde yazmıştır. Siyasal ve toplumsal sorunlardan edebiyat, sanat, dil ve kültür konularına dek çok çeşitli alanlarda yazdığı makalelerin sayısı 500 kadardır. Bunlarda düzyazıdaki üstün yeteneğini ortaya koyduğu ve çok etkili bir üslup yarattığı kabul edilir.
 

Eserleri

        Oyun: Vatan Yahut Silistire - 1873; Zavallı Çocuk - 1873; Akif Bey - 1874; Celaleddin Harzemşah - 1885; Kara Belâ - 1908. Roman: İntibah - 1876; Cezmi - 1880.

        Eleştiri: Tahrib-i Harâbât - 1885; Takip - 1885; Renan Müdafaanamesi - 1908; İrfan Paşa'ya Mektup - 1887; Mukaddeme-i Celal - 1888.

        Tarihsel Yapıt: Devr-i İstila - 1871; Barika-i Zafer - 1872; Evrak-ı Perişan - 1872; Kanije - 1874; Silistre Muhasarası - 1874; Osmanlı Tarihi - 1889, 3 cilt - 1971-1974); Büyük İslam Tarihi - 1975.

        Çeşitli: Rüya - 1893; Namık Kemal'in Mektupları - 1972.




Nasreddin Hoca

          Türk halk bilgesi ve fıkra kahramanı Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde 1208 yılında doğdu, 1284 yılında Akşehir'de öldü Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun'dur. Önce Sivrihisar'da medrese öğrenimi gördü, babasının ölümü üzerine Hortu'ya dönerek köy imamı oldu. 1237'de Akşehir'e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim'in derslerini dinledi, İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır. Onun hayatıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır. Bu söylentiler arasında, onun Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlânâ Celâleddin ile yakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşayan Timur'la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü bile vardır.


Fıkralarının Özellikleri

          Nasreddin Hoca'nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerek kendisinin, gerek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdeki anlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür. Onun olduğu ileri sürülen gülmecelerin incelenmesinden, bunlarda geçen kelimelerin açıklanışından anlaşıldığına göre o, belli bir dönemin değil Anadolu halkının yaşama biçimini, güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü ve yergi becerisini dile getirmiştir. Onunla ilgili gülmeceleri oluşturan öğelerin odağı sevgi, yergi, övgü, alaya alma, gülünç duruma düşürme, kendi kendiyle çelişkiye sürükleme, dinin temel kabulleriyle çelişmeden çok ince bir söyleyişle hoşgörüyü yeğlemedir. O, bunları söylerken bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal, vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak, atılgan gibi çelişik niteliklere bürünür. Özellikle karşısındakinin durumuyla çelişki içinde bulunma, gülmecelerinin genel özelliğidir. Bu özellikler Anadolu insanının, belli olaylar karşısındaki tutumunu yansıtan, düşünce ürünlerini oluşturur. Nasreddin Hoca, halkın duygularını yansıtan, bir gülmece odağı olarak ortaya çıkarılır.

          Söyletilen kişi, söyletenin ağzını kullanır, böylece halk Nasreddin Hoca'nın diliyle kendi sesini duyurur. Nasreddin Hoca, bütün fıkralarında, soyut bir varlık olarak değil, yaşanmış bir olayla, bir olguyla bağlantılı bir biçimde ortaya çıkar. Olay karşısında duyulan tepkiyi ya da onayı gülmece türlerinden biriyle dile getirir. Tanık olduğu olaylar, genellikle, halk arasında geçer. Karakaçan Nasreddin Hoca fıkralarında dile gelen, onun kişiliğinde, halkın duygularını yansıtan başka bir özellik de eşeğin yeridir. Hoca eşeğinden ayrı düşünülemez.Karakaçan onun taşıtı, bineği olduğu kadar belirli özellikleri olan bir arkadaş karakteri de simgeler.




Necip Fazıl Kısakürek

          26 Mayıs 1905'da doğdu. Maraş'lı bir soydan gelen Necip Fazıl'ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'ta ki konağında geçti. İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki), İbrahim Aşkı gibi isimler vardı.

          İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris'te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı(1939-43). Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.

          Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı. Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü

          Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. Bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazıl'ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır.

          Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir. Haftalık Ağaç dergisi(1936, 17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi, Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferanslarla büyük ilgi topladı.

          1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır. Türk devleti tarafından, "bir mısrası Türk milletini ihya etmeye yeter" denilerek övüldü...




Nedim

          18. yüzyıl Osmanlı edebiyatına imzasını atan bir şair... Türk Divan Edebiyatı'nı hüzünden ve kederden kurtararak cıvıl cıvıl neşe ve espri ile dolduran bir sanatçı... Şiire, ölüm korkusu, ayrılık acısı yerine, yaşama şevki ve vuslat keyfi koyan, ince bir Lâle Devri adamı... Nedim, 1681 yılında İstanbul'da doğdu. Soykütüğü, kendisinin Fatih dönemine kadar uzanan bir eski aileye bağlı olduğunu gösteriyor. Zeki, neşeli, hoşsohbet bir insandı. Klâsik medrese kültürü görmüş, müderris olarak hayata atılmıştır. Medrese duvarları arasında ciddî konular üzerinde düşünmek ve konuşmaktan sıkıldı. Yaşamayı, eğlenmeyi, âlemlerde bulunmayı seviyordu, iyimser bir yapısı vardı. Bir kolayını bulup zamanın saray damatlarından Ali Paşa ile tanıştı. Damat Ali Paşa, bilgili, görgülü, sanatsever, şair tabiatlı bir devlet adamı idi. Çevresindeki istidatları arkalar, onların gelişmesi için gerekli yardımları yapmaktan geri kalmazdı. Nedim'in şiirlerindeki renkli cünbüşü hemen fark etti. Nedim'i himayesine aldı...

          Nedim, Damat Ali Paşa için kasideler, gazeller yazmıştır. Onun çevresinde kısa bir sürede üne kavuştu. Artık bütün meclislerin aranan adamı olup çıkmıştı. Fakat ülke savaşta idi. Üstelik savaş, hiç de Osmanlı'nın yararına gelişmiyordu. Nedim, Damat Ali Paşa, 1716'da Varaddin bozgununda şehit olunca, fazla güçlük çekmeden yeni bir damada kapılanıverdi: Damat ibrahim Paşa. Damat İbrahim Paşa, mizacı ve düşüncesi ile barıştan yana bir adamdı. Savaşların, devleti -ister kazanılsın, ister kaybedilsin- çökerteceğine inanıyordu. Devletler, barış içinde gelişirlerdi. Bu düşüncesini açıkça söylüyor ve sürüp giden. Osmanlı Rus savaşının biran önce bir anlaşmaya ulaşması için girişimlerde bulunuyordu. Bu tutumunu tehlikeli bulan Sadrazam, Padişahın dikkatini çekerek Damat İbrahim Paşa'nın uyarılmasını istedi. Fakat bu damat -Sadrazam tartışması, Damat İbrahim Paşa'nın üstünlüğü ile sona erdi. İbrahim Paşa sadrazam oldu. (9 Mayıs 1718)

          Sadrazam İbrahim Paşa'nın ilk işi, Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük kayıplarını verdiği bir anlaşmayı, Pasarofça Muahedesini imzalamak oldu. Tarihçilerin çoğu, bu anlaşmanın, Osmanlı İmparatorluğu'nun hayat damarlarından birkaçını kopardığını kabul ederler. Ancak bu anlaşma ile, gerçekten imparatorlukta geçici bir sükûn devresi açılmış ve tarihte "Lale Devri" diye adlandırılan, cünbüşlü, sanatlı kısa bir çağ yaşanmıştır. Artık Nedim'e gün doğmuştu. Mutluluk, cıvıltıları ile dolu mısralarla sohbetleri renklendiriyor, yeni koruyucusuna kasideler yazıyor, en şıkırtılı gazelleri ile Sadâbât âlemlerinin bülbülü oluyordu.

          "Bak Sitanbul'un şu Sâ'dâbad-ı nev bünyanına
           Ademin canlar katar âb ü havası canına...
           Ey felek insaf, ey mihr-i cihanârâ aman,
           Bir naziri var ise söylen, konulsun yanına."

          Nedim artık bülbül kesilmiş şakıyordu. Gerçekten bir birinden güzel, birbirinden sanatlı kasidelerini, gazellerini ardarda yazdı. Nedim, bu sırada, Damat İbrahim Paşa'nın kitaplık memurluğuna getirildi. Paşa, Nedim'in şiirlerini de sohbetini de seviyordu. Böylece şairi daha yakınına almış ve hemen gittiği bütün toplantılara Nedim'i de götürür olmuştu. Bunun dışındaki bir vazifesi de, Damat İbrahim Paşa'nın arkalaması ile İbrahim Müteferrika'nın kurduğu basımevinde hangi kitapların hangi sıra ile baskıya gireceğini tayin etmekti. Fakat bu işleri, Nedim'in çok az vaktini alıyor, daha çok zamanını, şiir yazmak ve yazdıklarını sohbetlerde okumakla geçiriyordu.

          Bir ara da Mahmut Paşa Mahkemesi naipliğine getirilen Nedim, yine gazeller, kasideler yazıyor ve her yazdığı kaside için ihsanlara gark oluyordu... Kâğıthane'de Sa'dâbât, Alibeyköyü’nde Hüsrevâbât, Kuruçeşme'de Neşâtâbât, Üsküdar'da Şerefâbât, Bebek'te Humayunâbât mesireleri Nedimi beklemekte idi. Şarkılarla, gazellerle çınlayan İstanbul, lâle bahçeleri arasından akan renkli suları seyrederek ve Nedim'in şarkı ve gazellerini dinleyerek mest yaşamakta idi. Bir yanda zevk ve safa, bir yanda keder ve bir yanda keder ve yoksulluk yan yana uzun süre yaşayamadı. 1730'da patlak veren Patrona Halil isyanı, Sa'dâbâdı da, lâle bahçelerini, sulu köşklerini de yerle bir etti. Damat İbrahim Paşa'nın hayatına da nokta koydu. Bu arada, şairimiz Nedim de baş suçlular arasında biliniyordu. Bir rivayete göre, Beşiktaş'taki evinin damına çıkıp, başka evlerin damlarına atlayarak kaçmak isterken, ayağı kaydı ve düşüp öldü.

          "Bir nim neşe say bu cihanın baharını
            Bir sagar-ı keşideye tut lâlezarını."

          (Bu cihanın baharını bir yarım neşe say... İçilmiş bir kadeh, koskoca lâle bahçesi değerindedir) demişti. Nedim, son kadehini ölümün alinden içti. Acaba, bir şiirinde dediği gibi, "Nim sun peymaneyi saki, tamam ettin beni" diyebildi mi? Nedim, 18. yüzyılın en büyük şairidir. Şiire, onun kadar yaşama zevkini getirmiş bir başka şairimiz yoktur. Taa günümüze kadar, onun kadar ince, onun kadar renkli ve cümbüşlü bir başka sanatçı gelmedi, gelemedi... Bütün Divan Edebiyatımız içinde tekti, tek kaldı...




Nef’i

          Kaside denen ve ustalık isteyen Divan kalıbını en iyi kullanan şairin Nef'i olduğunda bütün edebiyatçılar birleşirler. Hiciv yazdığı zaman, mısralar neşter gibidir. Kaside yazdığı zaman, mısralar, haşmet ve saltanat doludur. Aşkı, mitolojik imajlarla anlatır. Savaşı anlatan satırlarında, cengin bütün gümbürtülerini, düşen kellelerin bütün dehşetini, yenmenin göklere sığmayan sevinci ile, yenilginin çamurlu homurtusunu duyarsınız... Velhasıl Nef'i, her kasidesine, her gazeline, bir başka orkestra ile girer ve şiiri, çok sesli bir mûsikî haline getirir.

          1572'de Hasankale'de doğdu... Mehmet Bey'in oğludur. Mehmet Bey, Kırım hanlarının maiyetinde bulunuyordu. Bu sebeple Kırım Hanı Canbeygiray'a oğlunu tanıştırmış ve Can-beygiray'dan oğlu için, Kuyucu Murad'a hitap eden bir tavsiye almıştır. Bu tasviye mektubunu Kuyucu Murad'a veren Nef'i, İstanbul'a gönderilmişti. Nef’i İstanbul'a geldiği yıllarda iyi şiir yazıyordu. Nitekim ilk hamisi Kuyucu Murad'a, daha sonra, zamanın sadrazamı Nasuh Paşa'ya kasideler yazmıştır. Padişah, Birinci Ahmet idi. Birinci Ahmet de şiirler yazıyor ve "Bahtî" takma adını kullanıyordu. Nef'i'nin padişaha takdim ettiği kasideler büyük ilgi görmüş, atiyelere, ihsanlara yol açmıştır

          Nef'i'nin şiir sanatındaki ünü, kısa bir sürede, bütün Osmanlı ülkesine yayıldı. İstanbullu şairler tarafından kıskanılıyor ve padişahın iltifatları çevresine dost kadar, düşman da topluyordu. Birinci Ahmet ölünce, yerine Birinci Mustafa, onun halli ile de İkinci Osman geçti. İkinci Osman da şairdi. Bu sefer Nef'i, yeni padişaha da kasideler sunmaya başladı. Divan'nın en kıymetli kasidesi olarak bilinen:

          "Aferin ey rûzigârın şehsuvar-ı safderi
            Arşa as şimdengeru tiğ-i Süreyya cevheri"

          beytiyle başlayan kasidesini Sultan İkinci Osman'ın Lehistan seferi için yazmıştır. Nef’i, Dördüncü Murad zamanında en saltanatlı günlerini yaşadı. Saraya yerleşmiş padişahın musahipleri arasına girmişti. Tantanalı yaşamayı, tantanalı konuşmayı, tantanalı yazmayı seviyordu. Saray da onun bu isteklerine uygun yerdi. Üstelik Dördüncü Murad da iyi şiir yazıyor ve Nef'i'nin şiirlerini hayranlıkla okuyordu. Nef'i, padişahın bulunduğu bazı meclislerde gümbürtülü şiirlerini gümbürtülü sesiyle okuyor, insanlar alıyor, ya da neşter gibi cümlelerle padişahın hoşlanmadığı kişileri hicvederek alkış topluyordu.

          Nef'i, çağı yozlaştıran bazı devlet adamlarını hicvetmiş ve bunları, "Siham-kaza" adlı bir kitapta toplamışlar. Türkçesi, kaza yıldırımı anlamına gelen bu kitabı bir gün padişah okurken, çevresine bir yıldırım düşmüş, bundan bir uğursuzluk sezen Dördüncü Murad, Nef'i'nin hiciv yapmasını yasaklamıştı. Nef'i, bu yasağa çok üzüldü ama, kabul etti. Bu haleti ruhiyesini yazdığı şu beytinde görmek mümkündür:

          "Bugünden ahdim olsun, kimseyi hicvetmeyim, illâ
            Ger icazet verseydin, hicv ederdi bahtı nâsazı..."

          Ama Nef'i yine dayanamadı ve Bayrampaşa için bir hiciv yazdı. Dördüncü Murad, bunu haber aldığı zaman, Nef'i'yi huzuna çağırıp, hicviyenin kendisi tarafından yazılıp yazılmadığını sordu. Nef'i'nin öyle bir üslubu vardı ki, "yazmadım" dese bile, onun yazdığı belli olurdu. Padişaha baş eğip kendisinin yazdığını söyledi. Öfke içindeki padişah, boynunun vurulmasını buyurdu. 1635 yılının 27 Ocak kışında, kar bütün İstanbul'u örterken, boğularak öldürüldü ve cesedi denize atıldı. Nef'i, Divan edebiyatımızın, mısralarına, Wagner musikisi koyan yaman bir şairimizdir. İran edebiyatından gelen abartılmış imajları büyük ustalıkla kullanmış, aşk şiirerini bile kendisine has bir musikî ile doldurmuştur.

          "Kavs-ı ebrusunu kursa, yıkılır tak-ı felek,
            Tir-i müjgânım atsa, titirer cay-ı adem..."

          Sevgilisi, her hangi bir şeyden sinirlenip kaşını kaldırsa, gök kubbe (evren) yıkılırmış!.. Kirpiğinin okunu atsa, yokluk ülkesi titrermiş!..

          Bir gazelinin ilk dört satırı, musikimizin piri sayılan Itri Efendi tarafından bestelenmiş ve bu beste günümüze kadar gelmiştir:

          "Tuti-i mucize gûyem ne desem laf değil
            Cerh ile söyleşemem, âyinesi saf değil
            Ehl-i dildir diyemem sinesi saf olmayana
            Ehl-i dil, birbirini bilmemek insaf değil!.."

          "Bir papağanım ama, herkesin söyleyemeyeceğini söyleyen bir papağan. Zemane ile söyleşemem, çünkü yürekleri temiz değildir. Yüreği temiz olmayana gönül adamıdır diyemem. Gönül adamlarının birbirlerini bilmemeleri olacak iş değil..."

          Hayyamane beyitleri çoktur:

          "Zahit bize peymane yeter sanma tehi-dest
            Lazım mı hemen suphe-i mercan elimizde."

          "Ey sofu!.. Bizi eli boş belleme... Elimizdeki kadeh bize yeter. Hep elimizde mercan tesbih olacak değil ya!.."

          Nef'i, çağını süslemiş, zenginleştirmiş bir sanatçımızdır.


Nizamülmülk

          Asıl adı, İbû Ali Hasan olan Nizamülmülk, Türk tarihinin yazdığı en büyük devlet adamlarından biridir. O, âdil bir “Vezir-i âzam” olmakla kalmamış, üniversiteler kurmak suretiyle bilimin yayılmasına çalışmıştır. Büyük sanatkâr ve bilginleri korumuş, değerli eserler yazmış ve hükümdarlara en doğru yolu göstermiştir. Bütün bu büyük özelliklerinden dolayı ona “Memleketin nizamlarının kurucusu” anlamına gelen Nizamülmülk adı verildi.

          Nizamülmülk 1017 tarihinde Horasan’ın Tus şehrinde doğdu ve zamanının ünlü hocalarından ders alarak yetişti. Aklı, bilgisi ve büyük insanlık meziyetleri ile önce Belh Hâkimi Ali Bin Şadan’ın emrine girdi. Daha sonra yeni kurulmakta olan Selçuklu Devleti’nin hizmetine girerek Davut Bin Mikâil’in, Alp Aslan’ın , Melikşah’ın baş vezirliğini ve danışmanlığını yaptı. Onun üstün yeteneklerinden dolayı her hükümdar kendisini daha sonraki hükümdara tavsiye ediyordu.

          Nizamülmülk’ün Selçuk Devleti’nin kuruluş ve gelişmesinde, sağlam bir devlet olarak organize edilişinde büyük rolü vardır. Ünlü Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam’ı korudu. Bağdat ve İsfahan’da iki büyük ilim müessesesi kurdurdu. Adaleti gerçekleştirmeğe çalıştı ve şiirler yazdı. Nizamülmülk’ün yazdığı Siyasetname adlı değerli eser Batı dillerine de çevrildi. Bu eser memleketimizde de yayınlandı. Nizamülmülk bu eserinde, hükümdarlara ve devlet adamlarına birçok örnekler vererek yol göstermekte ve devlet yönetiminin çeşitli yönlerini incelemektedir.

          Ona göre; “Hiçbir hükümdar veya ferman sahibi kimse bu eseri okumaktan kendisini uzak tutamaz”. “Bir hükümdarın halkına vereceği en büyük ihsan adalettir. Halk adaletle yönetimden memnun olursa, o memleket yaşar ve her gün kudret ve güç kazanır. Memleket zulüm ile yaşayamaz. Hükümdar, zulüm görmüş olanların şikâyetlerini bizzat dinlemeli, zâlimden hakkı alıp zulüm görene vermelidir.”

          Nizamülmülk, 1096 yılında hançerlenerek öldürülmüştür.


 
 
  90632 ziyaretçi  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol