TÜRK İSLAM TARİHİ VE İSLAMİYET HAKKINDA HER ŞEY
  S,Ş
 



Sabiha Gökçen

          Atatürk’ün manevi kızı ve Türkiye’nin ilk kadın havacısı Sabiha Gökçen, 1913 yılında Bursa’da doğdu. Atatürk’ün 1925 yılında manevi evlat edindiği Gökçen, Çankaya İlkokulu ve İstanbul Üsküdar Kız Koleji’nde öğrenim gördü. 1935 yılında Türk Hava Kurumu’nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu’na giren Gökçen, Ankara’da A.B. Yüksek Planörcülük brövelerini aldı. Gökçen, 7 erkek öğrenciyle birlikte Rusya’ya gönderilerek yüksek planörcülük eğitimini tamamladı.

          1936 yılında Askeri Hava Okulu’na giren Gökçen, burada gördüğü özel eğitimden sonra askeri pilot oldu. Eskişehir’de 1. Tayyare alayında bir süre staj yapan Gökçen, avcı ve bombardıman uçaklarıyla uçtu. Gökçen 1937 yılındaki Trakya ve Ege manevralarında görev aldı, aynı yıl Dersim harekatına katıldı.1938 yılında Balkan devletlerinin davetlisi olarak uçağı ile bir Balkan turu yapan Gökçen, daha sonra Türk Hava Kurumu Türk kuşuna başöğretmen tayin edildi. Sabiha Gökçen, 1955 yılına kadar bu görevini sürdürdü. 22 Mart 2001 tarihinde Ankara Gata’da öldü.


Eserleri

1.Atatürk'le Bir Ömür Sabiha Gökçen
Altın Kitaplar / Toplum ve İnsan Dizisi




Satuk Buğra Han

          Abdülkerim Satuk Buğra Han ilk Müslüman Türk hükümdarı. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Babası Karahanlı hükümdar ailesinden Bezir Han idi. Babasının ölümü üzerine amcası ve üvey babası Oğulcak Kadır Hanın himayesinde büyüdü. Satuk Buğra on iki yaşlarında iken Maveraünnehir ve Horasan bölgesine hakim olan Müslüman Samanlı Devleti şehzadeleri arasında anlaşmazlık çıktı. Bunlardan Nasır bin Ahmed, Oğulcak KadırHanın ülkesine sığındı. Ona iyi muamele edip Artuç nahiyesinin idaresini verdi. Artuç Nasır bin Ahmed'in gayretleri ve gelip-giden Müslüman tüccarlar sayesinde bir ticaret merkezi oldu. Satuk Buğra da Artuç'un ziyaretçileri arasındaydı. Nasır bin Ahmed'le tanışıp ondan İslamiyet'i öğrenerek Müslüman oldu. Abdülkerim adını aldı. Yirmi beş yaşına gelince Müslüman olduğunu açıklayıp, amcası ile mücadeleye başladı. Onunla Fergana Savaşı'nı yaptı. İlk olarak Atbaşı kalesini zaptetti. Daha sonra üç bin kişilik bir orduyla Kaşgar üzerine yürüyüp fethetti. Amcası Oğulcak Kadır Han'ı öldürdü. Ülkede hakimiyeti sağlayıp birliği temin etti. Türk ülkelerinde İslamiyet'i hızla yaydı. Ebü'l-Hasan Muhammed gibi İslam alimleri, Satuk Buğra Han'a yol gösterip teşvik ettiler.

         Abdülkerim Satuk Buğra Han, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yağma, Çiğil, Oğuz kabilelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistan şehirlerini birer birer ele geçirdi. Bu sırada Karahanlılar Devleti'nin doğu kısmına hakim olan Büyük Kağan Bazır Arslan Han Çinlilerden yardım alarak 924 yılında Abdülkerim Satuk Buğra Han'a karşı savaş açtı. Satuk Buğra Han Müslümanların yardım ve desteğiyle, onunla Balasagun Savaşı'nı yaptı ve galip geldi.

         Bundan sonra 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Han, güzel ve adil idaresi ile binlerce kimsenin Müslüman olmasına vesile oldu. 955 (H.344) senesinde Kaşgar civarında bulunan Artuç kasabasında vefat edip oraya defnedildi. Abdülkerim Satuk Buğra Han'dan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pekçok İslam alimi gelip, İslamiyet'i doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar. Kendisinden sonra Musa Tunga adında bir oğlu yerine geçti. Bundan sonra da bunun oğlu Baytaş Süleyman Arslan hükümdarlık yaptı. Başka oğulları ve kızları olduğu da rivayet edilmiştir.




Selçuk Bey

          Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar denizi arasına hakim olan Oğuz Devleti’nin komutanlarından Dukak Subaşı’nın oğludur. X. yüzyılın başlarında doğan ve Dukak Bey öldüğü zaman henüz 17-18 yaşlarında olan Selçuk Bey, Yabgu’nun yanında görev aldı ve yetişti. Daha sonra da Yabgu Oğuzlarına subaşı oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey’in giderek artan itibarı, Oğuz Devleti’nin Yabgusu ve eşini rahatsız etti. Bir süre sonra Yabgu ile arası açılan Selçuk Bey, kendisine bağlı kalabalık Oğuz kütleleriyle, Maveraünnehir’e doğru göç etti. Çok sayıda at, deve, koyun ve sığırı da yanlarında götürdüler. Bu göçün asıl sebebi yer darlığı ve otlak yetmezliği idi.

          Selçuk Bey 960’ı takip eden yıllarda Seyhun (Sırderya) nehri kenarında yine bir Oğuz şehri olan Cend’e geldi. Maveraünnehir’den daha evvel göç etmiş Müslüman Türkler de burada oturuyordu. Selçuk Bey’in Türklerle diğer İslâm ülkeleri arasında bir sınır teşkil eden Cend’e gelişi, tarihte önemli bir çağın başlangıcı sayılır. Selçuk Bey, bu yeni bölgenin siyasî ve sosyal şartlarını da değerlendirerek, kendisine bağlı Oğuzlarla birlikte Müslüman oldu. Buhara ve Harezm gibi yakın İslâm ülkelerinden de din adamları istedi. Böylece, Türkmen adıyla da anılan bu Türk kütlesi, siyasî ve sosyal yönden yeni bir hüviyet kazanmış oluyordu. Artık o, İslâmiyet için “cihada hazır bir gazi” idi. Nitekim, Oğuz Yabgusu’nun memurları Cend şehrine yıllık vergiyi almak için geldikleri zaman “Ben kâfirlere haraç vermem” diye onları uzaklaştırdı. Gerçekten de Oğuz Yabgusu henüz Müslümanlığı kabul etmemişti. Bundan sonra İslâmiyet'i yaymak için mücadeleye başladı.

          Oğuz Devleti'ne karşı yaptığı çarpışmalardan iki önemli fayda sağladı. Birinci fayda, Müslüman Oğuzların kendisine katılması ve savaşlarda görev alması oldu. İkinci fayda ise, Cend şehri ve civarında Yabgu’nun nüfuzunu kırarak kendi bağımsızlığını ilân etmesi idi. Komşu devletler de onun bağımsızlığını tanıdılar. Artık Selçuklu Devleti kurulmuş oluyordu. Şimdilik küçücük bir devlet idi ve tam bağımsız sayılamazdı. Bu sırada Türk Karahanlı Devleti ile İranlı Sâmanî Devleti savaş halindeydiler. Sâmanî Devleti, Selçuk Bey’den yardım istedi. Selçuk Bey’in hem yeni topraklara ihtiyacı, hem de Büyük Türk Hakanlığı’nda gözü vardı. Oğlu Arslan Bey’in kumandasında gönderdiği kuvvetler sayesinde Sâmanî Devleti Karahanlılara galip geldi. Bunun sonucu ve karşılığı olarak da Buhara ile Semerkant arasında, Nûr kasabası yakınlarında bir bölge yurtluk olarak Selçuklulara verildi. Artık Selçuklu Devleti, bir yanda Karahanlı Türk Devleti, öbür tarafta İran Sâmanî Devleti olmak üzere iki büyük devlet arasında yer almış bulunuyordu ve burada tutunmak zorundaydı. Selçuklular, iki devletle ilişkilerini bütün fırsatları değerlendirerek dengelediler. Karahanlılar 992’de Sâmanîler başkenti Buhara’yı zaptettiler. Sâmanîler bölgeye yani Maveraünnehir’e ancak Oğuz Devleti’nin yardımı ile tekrar hâkim olabildiler. Fakat artık Sâmanî Devleti'nde huzursuzluk ve kargaşa yoğunlaşıyordu. Bundan Gazne Türk Devleti de yararlanmak istedi. Çünkü yeni Gazne Türk Devleti henüz Sâmanîlere bağımlı olmaktan kurtulamamıştı ve kurtulmak için fırsat kolluyordu. Sâmanî Devleti, Büyük Hakanlığı elinde tutan kuvvetli Karahanlı Devleti ile, gittikçe kuvvetlenen Selçuk ve Gazne Türk devletleri arasında yok olmaya mahkûmdu. Türk devletleri de Büyük Hakanlık için birbirleriyle mücadele verdiler ve yavaş yavaş üstünlüklerini kabul ettirdiler. Mikail, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adındaki oğullarıyla birlikte Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun temellerini atan Selçuk Bey 1009 yılında ve 100 yaşlarında öldüğü zaman devleti iyice teşkilâtlanmış, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun temelleri tamamen atılmıştı.




Sokollu Mehmet Paşa

          Sokollu Mehmet Paşa, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat devirlerinde toplam 14 yıl, 3 ay, 17 gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Kanuni Sultan Süleyman'ın son vezir-i azamıdır. Hem Osmanlı İmparatorluğu'nun zirvede bulunduğu dönemi simgelemesi itibariyle hem de icraatları, projeleri ve kişiliği nedenleriyle en büyük Osmanlı sadrazamlarından biri kabul edilir. İki metreyi aşan boyu ile aynı zamanda en uzun boylu Osmanlı sadrazamı olmuştur.

          1506 yılında Bosna'nın Sokol (Slav dillerinde 'şahin' demektir) kasabasında doğmuştur. Bu nedenle Balkan halkları arasında Mehmet Paşa Sokoloviç olarak anılır. 1519 yılında Devşirme sistemi içinde çocuk yaşta Edirne Sarayına getirilmiş, Mehmet adı verilerek Türk ve Müslüman kültürü ile yetiştirilmiştir. Ardından İstanbul'a gönderildi. Topkapı Sarayı'nın Enderun Bölümünde çeşitli görevlerde bulundu. 1541'de Kapıcıbaşılığa yükseldi. 1546'da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Deryalığa getirildi. Görevde iken Trablusgarp Seferi'ne katıldı, İstanbul Tersanesi'ni genişletti ve yeniledi. 1549'da vezirliğe yükselerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı. Avusturya ile 1547'de imzalanan barış antlaşmasının bozulması üzerine Sokollu Mehmet Paşa 1551'de Erdel üzerinde yapılacak seferin komutanlığına getirildi. 80.000 kişilik orduyla Erdel'e giren Sokollu Mehmet Paşa önemli kaleleri aldı, ama Temeşvar Kuşatmasında başarılı olamayarak geri çekildi. Temeşvar 1552'de, Macaristan serdarlığına atlan Kara Ahmet Paşa ile alınabildi.

          Kanuni Sultan Süleyman 1553'te Sokollu Mehmet Paşa'yı Rumeli askerlerinin başında Anadolu'ya gönderdi. Aynı yıl başlayan Nahçıvan Seferinde Sokullu komutasındaki Rumeli askerleri büyük başarı gösterdiler. Sefer dönüşünde Sokullu üçüncü kez vezirliğe yükselerek kubbealtı vezirleri arasına katıldı. Sokollu Mehmed Paşa, Kanuni'nin oğulları arasındaki mücadeleler sırasında da hep Selim'in yanında oldu. Nitekim taht mücadelesini Selim kazandı. Semiz Ali Paşa'nın sadrazamlığa yükselmesiyle ikinci vezir olan Sokullu, onun 1565'de ölmesiyle sadrazamlığa getirildi. Yaşı hayli ilerlemiş olan Kanuni çok güvendiği Sokullu'ya geniş yetkiler vermişti. 1561'de üçüncü vezir iken Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu ve Sultan II. Selim'in kızı Esmehan Sultan ile evlendi.

          Bu tarihten ölümüne kadarki 15 yıl boyunca Osmanlı devletinin idaresini fiilen elinde tuttu. Kanuni Sultan Süleyman'ın son seferi olan Zigetvar kalesi fethini, padişah öldükten sonra o idare etti. Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümünü askerden II. Selim yetişinceye kadar saklayarak onu tahta çıkarmayı başardı. II. Selim döneminde sürekli sadrazamlıkta kaldı ve devlet işlerini idare etti. Sokullu 1568'de Avusturya ile 8 yıl süren bir barış antlaşması imzaladıktan sonra doğuya yöneldi. Amacı Osmanlı egemenliğini Asya'da ve doğu denizlerinde de güçlendirmekti. Portekiz'in Hint Okyanusu'ndaki artan etkiniğine karşın Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi'ndeki Osmanlı gemilerinin sayılarını attırdı. Hindistan ve Endonezya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Sokollu ayrıca Tunus'u alarak Kuzey Afrika'yı da denetlemek istiyordu. Ama Piyale Paşa ve Lala Mustafa Paşa gibi karşıtların etkisiyle Divan 1570'de Kıbrıs'ın alınması kararını aldı. Sokullu Venediğe karşı böyle bir savaşın Avrupa'yı kendilerine karşı birleştireceği görüşündeydi. Ama Lala Mustafa Paşa Divan'a uyarak 1571'de Kıbrıs'a çıktı. Haçlı Donanması'nın misillemesinde Osmanlı donanması İnebahtı'da yenildi. Alınan ağır yenilgi karşısında Osmanlılara gelen bir Venedik elçisine "Biz sizden Kıbrıs'ı alarak kolunuzu kestik, siz ise donanmamızı yenmekle yalnızca sakalımızı kestiniz; unutmayın ki, kol bir daha yerine gelmez, ama sakal eskisindende gür çıkar." dedi. Gerçekten de Sokullu'nun dediği oldu ve Venedikliler barış istemek zorunda kaldılar. Daha sonra Osmanlı Donanması Tunus'u İspanyollardan aldı.

          Sokullu 1574'te ölen II. Selim'in yerine geçen III. Murat döneminde de sadrazamlığını sürdürdü. Fakat artık eski gücü yoktu çünkü padişah da artık onun karşıtlarıyla işbirliği halindeydi. Sokullu yine de bazı siyasal başarılara imza attı. Fas'ı Portekiz akınlarından kurtardı, Avusturya'nın saray içine dönük oyunlarını etkisiz hale getirdi. Fakat baskılar artık iyice artmıştı, amcasının oğlu Budin Beylerbeyi Mustafa Paşa sudan bir nedenle idam ettirildi. 1579 yılında ise 3. Murat' ın eşi Safiye Sultan tarafından tutulan ve derviş kılığına girmiş bir yeniçeri tarafından hançerlenerek öldürüldü ve Eyüp'te defnedildi. Sokullu Mehmet Paşa 14 yıl süren sadrazamlığı boyunca usta bir siyasetçi olarak öne çıkmış, birçok askeri ve siyasal başarının elde edilmesinde birinci derecede rol almıştır. 60 yıllık devlet hizmeti sırasında da hiçbir görevinden alınmamış, daima bir üst göreve atanmış olması da ayrı bir özelliğidir. Sokullu bir tanesi İstanbul'da, diğerleri Lüleburgaz, Havsa (Edirne) ve Payas (Hatay)'ta bulunan beş külliyesi, imparatorluğun hemen her yanına yayılmış eserleri vardır.

          Don ve Volga ırmakları arasında bir kanal açarak Osmanlı donanmasına Hazar Denizi yolunu açma, Süveyş Kanalı'nı açma, İzmit Körfezi-Sapanca Gölü-Sakarya Nehri üzerinden Karadeniz'e alternatif bir boğaz açma gibi çağının ötesinde projeleri vardı. Don-Volga kanalı için gerekli işgücü seferber edildi, ancak hava şartları nedeniyle çalışmalar sürdürülemedi. Süveyş Kanalı düşüncesiyle ön adım olarak Sudan zaptedildi. Ancak bu proje de sonuca ulaşamadı. Devlet teşkilatı içinde de önemli düzenlemeler yapmıştır.  II. Selim zamanında Kıbrıs'ın fethi için Şeyhülislam Ebu's Suud fetva vermiş ve Kıbrıs'a savaş açılmıştır. Kıbrıs, 1571'de Venedikliler'den alındı. O dönemde Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, Kıbrıs'ın fethine Venediklilerle olan ilişkiler nedeniyle karşı çıkmıştır.




Sultan Sencer

          Büyük Selçuklu İmparatorluğu Sultânı. Melikşah’ın oğludur. Babasının bir seferi sırasında, 1086 yılında Sincar’da doğdu. Küçük yaşından îtibâren ilim öğrenmiş, devlet idâresinde tecrübe kazanmış ve ağabeyi Sultan Berkyaruk’a devlet işlerinde yardımcı olmuştur. Sencer, gerek ağabeyi Berkyaruk’un, gerekse diğer ağabeyi Muhammed Tapar’ın saltanatları zamânında, devlet hizmetinde bulunarak millî birliğin temini için elinden gelen yardımı yaptı. Doğuda ortaya çıkan isyânları bastırdı. Bu esnâda gösterdiği başarılar sebebiyle Horasan melikliğine tâyin edilen Sencer, taht mücâdeleleri dolayısıyla Selçuklu Devletinin içinde bulunduğu durumdan istifâde ederek, Selçuklu topraklarına saldıran Şarkî Karahanlı Hükümdârı Kadir Hanın saldırılarını bertaraf etti (Haziran 1102). Gazneliler Devletini tâbi duruma soktu. Gazne’de hutbe, sıra ile; halîfe, sultan, sonra Melik Sencer ve nihâyet Gazne sultânı Behramşah adına okundu (1118).

          Sencer, ağabeyi Berkyaruk’un vefâtından sonra sultan olan diğer ağabeyi Muhammed Tapar ile de samîmî ve gösterişsiz münâsebetlerini devam ettirdi. O, doğu bölgelerinde siyâsetini icrâ ederken, Sultan Muhammed batı ile ilgileniyordu. Yâni Sultanla müstakbel sultan birbirini tamamlıyorlardı. Babası Melikşâh’ın siyâsetini tâkip eden Sencer, Horasan’dan îtibâren, devletin doğusunda Selçuklu düzenini yeniden kurdu. Böylece Büyük Selçuklu İmparatorluğu, doğudan emin olarak batıda mücâdelelerine devâm etti. Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine (18 Nisan 1118), henüz küçük yaşta bulunan oğlu Mahmud, devlet erkânı tarafından, Büyük Selçuklu İmparatorluğu tahtına çıkarıldı. Diğer taraftan Sencer de Horasan’da kendisini sultan îlân etti (14 Haziran 1118) ve sultanlığını halîfeye tasdik ettirdi. Sencer’in tek başına Büyük Selçuklu Sultânı olabilmesi için, tahta çıkarılan Mahmud’un bertaraf edilmesi lâzımdı. 14 Ağustos 1119’da Save’de amca-yeğen arasında yapılan savaş, Sencer’in gâlibiyetiyle netîcelenince Sencer, Büyük Selçuklu Sultânı oldu. Devletin merkezi, Irak-ı Acem’den Horasan’a nakledildi. Mahmud’la yapılan anlaşmaya göre, Rey, Sencer’de kalmak üzere, imparatorluğun batı tarafları Mahmud’a verilecekti. Ancak Mahmud, hem sultan unvânını koruyacak, hem de Sencer’e tâbi olacaktı. Böylece Irak Selçukluları Devleti kurulmuş oldu.

          Sencer, 1113’te Semerkant’a, 1114’te Gazne ve Gurlular üzerine sefer yaparak, bölgede hâkimiyetini kurdu. Ayrıca Irak, Âzerbaycan, Taberistan, İran, Sistan, Kirman, Harezm, Afganistan, Kaşgar ve Mâverâünnehir’de hakimiyet kurdu. Uzun zaman saltanat mücâdeleleri geçiren devleti, yeniden tanzim etti. Âdeta, devleti yeniden kuran Sencer, idâreci kadroyu da yeniden tâyin etti. Irak-ı Acem’in yarısı ile Gilân bölgesini Şehzâde Tuğrul’a; Fars eyâletiyle, İsfehan ve Huzistan’ın yarısını ise Selçuk Şâha verdi. Kendisi de Sultan-ül-a’zam unvânını aldı. Diğerleri ona tâbi oldular. Bu birlik bir müddet böyle devâm etti. Fakat Halife Müsterşît ile bir ittifak kuran Mahmud, amcasına isyân hazırlıklarına başladı. Bunu haber alan Sencer, Mahmud’un üzerine yürüdü. 26 Mayıs 1132’de yapılan Dînever Savaşı, Sencer’in gâlibiyetiyle netîcelendi. Sencer, yanında getirdiği diğer yeğeni (Mahmud’un küçük kardeşi) Tuğrul’u, Irak Selçukluları tahtına çıkardı ve ona bâzı tembihlerde bulunarak geri döndü. Daha sonra Karahanlıların isyânını bastıran Sencer, 1136’da Gazneliler ve 1141’de Harezm’in isyânını bastırdı. 1141’de gayrimüslim Karahitayların, Karahanlılara hücûmuna mâni olmak isterken, Semerkant yakınlarındaki Katavan sahrasında Karahitaylara mağlup olması, uzun süren saltanatının dönüm noktası oldu ve onu son derece telâşa düşürdü. Belh’i kaybetti.

          Sencer’in bu mağlûbiyeti, gerek Müslüman, gerekse Hıristiyan dünyâsında büyük akisler yaptı. Mağlûbiyeti fırsat bilen Harezmşâh Atsız, Horasan ve Sencer’in pâyitahtı Merv’i istilâ etti ve hazîneleri alıp götürdü. Sencer’in, Harezm’e sefer yapacağını öğrenen Atsız, ona karşı meydan muhârebesi vermeyi göze alamadı, tekrar itâatini arz edince affedilerek hazîneleri iâde etti. Bu uzlaşma, hiçbir şeyi halletmedi ve Sencer, Atsız’ı iknâ etmek üzere meşhûr şâir Edib Sâbir’i elçi gönderdi. Atsız, tertip ettiği bir suikastla Edib Sâbir’i öldürtünce, Sencer, üçüncü defâ Harezm’e sefer yapmaya mecbur oldu (1147). Sencer, pâyitaht kapılarına dayanınca, Atsız af dilemek üzere elçi gönderdi. Sultan yine affetti. Bu esnâda, Sencer’in kumandanlarından Kumac, bağımsızlık îlân eden Gur Sultânı Alâeddîn Hüseyin Cihansuz’a yenilmişti. Sultan Sencer, Gurlulara karşı sefer hazırlıkları yaparken, Gurlular, Gaznelilerle savaşa tutuştu. Netîcede Gazneliler, kesin yenilgiye uğradı ve Behramşâh Hindistan’a kaçtı. Gaznelilerin başkenti, Gur hükümdârı Alâeddîn Hüseyin Cihansuz tarafından yerle bir edildiği sırada, Sultan Sencer de, Gurlulara haddini bildirmek için yola çıkmıştı. Haziran 1152’de yapılan savaşta Gurlular mağlup ve hükümdârları da esir edildi. Gur idâresi, tekrar Alâeddîn Cihansuz’a verildi. Sencer, Katavan sahrasındaki yenilgiden beri, ilk defâ büyük bir zafer kazanmış ve tekrar îtibârını yükseltmişti.

          Fakat, bu defa Oğuzlarla, Selçuklu emirleri arasındaki ayrılık büyüdü ve bir kısım emîrlerin ısrârı üzerine, Oğuzlarla Belh vilâyeti içinde savaşa mecbur oldu (Mart ve Nisan 1153). Savaş, Selçuklu ordusunun mağlup olmasıyla sonuçlandı. Sultan esir düştü. Tâbi bulundukları Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun büyük sultânını esir alan Oğuzlar, beklemedikleri bu netîceden sonra, birden bire kendilerini devletin başında buldular. Esir Sultan’ı Tahta oturtuyor, gereken saygıyı gösteriyor; fakat gece de demir bir kafese koyuyorlardı. Her ne kadar Sencer, aralarında esir sıfatıyla bulunmuşsa da, kendilerinden birini sultan yapmayarak, esir hükümdârı tahta oturtup saygı göstermeleri; Oğuzların, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nu devam ettirmek istediklerini gösteriyordu. Fakat Büyük Sultan, Oğuzların elinde esâret altında hükümdâr olmaktansa, tahtı terk etmeyi tercih etti. Merv hânkâhına kapandı. Yine esâret devâm ediyordu. Üç yıl süren esirlik hayâtında çok sıkıntılar çekti. Kumandanlarından Kumac’ın torunu Mueyyed Ayaba tarafından, Oğuz muhâfızları kandırılarak, Nisan 1156’da kurtarıldı. Ancak kurtuluşundan bir yıl sonra, 29 Nisan 1157 senesinde vefât ederek, Merv’de kendi yaptırdığı türbesine defnedildi. Vefâtında, 91 yaşındaydı.

          Kırk yıl süren saltanatı boyunca Sencer, doğu ve batı olmak üzere iki cepheli bir siyâset tâkip etmiştir. Fakat siyâsetinin ağırlık noktasını hep doğu teşkil etmiştir. Önce batıyı tanzime uğraşan Sencer, burada bir türlü istediğini yapamamıştır. Çünkü hâdiseler onu doğuya çekerken, batı tamâmen ihmâl edilmiştir. En ufak bir bahâneyle hep doğuya hareket eden Sultan’ın, bunda ne kadar haklı olduğunu, Katavan Savaşı ve Oğuz isyânının doğuda patlak vermesi göstermiştir. Sencer zamânında halk refah içindeydi. Mevcut nizamı bozmak için ortaya çıkan Bâtınîlik ve İsmâilîlik cereyânı, devlet tarafından alınan bütün tedbirlere rağmen, câhiller arasında yayılmaya devâm etmiş, kaleden kaleye sıçrayarak, bir taraftan Sûriye’ye, diğer taraftan devletin belkemiği olan Horasan’a doğru yayılmıştı. Her tarafta bir tedhiş hareketi almış başını gidiyordu. Fakat Sultan, saltanat mücâdeleleri, iç karışıklıklar ve doğudan gelen saldırılar sebebiyle, onlarla yeteri kadar ilgilenemedi.

          Sencer devrinin en büyük âlimi, İmâm-ı Gazâlî hazretleridir. Babası Melikşâh devrinde de bulunmuş olan İmam-ı Gazâlî hazretleriyle Sencer’in münâsebetleri meşhurdur. Ahmed Nâmık-i Câmî ile de münâsebeti olan Sencer, âlim ve şâirleri sarayından eksik etmezdi. Bunun netîcesi olarak, uzun süren saltanatı zamânında Sultanın teveccühüne mazhar olan pek çok âlim, sanatkâr, tabip yetişmiştir. Allah adamlarının yanında bulunmaktan hoşlanan Sultan Sencer, onların nasîhatlerini can kulağıyla dinler, hatâ yaptığında îkâz etmelerini ricâ ederdi. Kim olursa olsun kendisine yapılan şikâyeti sabırla dinler, adâleti yerine getirirdi.

          Sultan Sencer’in teşvikleriyle Horasan, bütün İslâm dünyâsına ve bu arada Anadolu’ya devamlı şekilde din ve ilim adamı sevk eden bir merkez olmuştu. Sencer zamânında Selçuklu devlet teşkilâtı da en sağlam hâlini almıştı. Sencer, daha sağlığında, babası Melikşâh kadar büyük bir hükümdâr sayılmıştır. Ölümünden sonra da kaynaklarda yine Melikşâh ile birlikte, örnek hükümdâr olarak gösterilmiştir. Hadîs-i şerîf rivâyet edebilecek kadar ileri derecede ilim sâhibi olup, hadis âlimleri arasında sayılmıştır. Farsça şiirler yazdığı da bilinmektedir. Daha hayattayken Merv’de yaptırdığı türbesi, büyük bir sanat eseri olup, devrinin medeniyeti hakkında fikir vermeye yeter.




Süleyman Çelebi

          Süleyman Çelebi'nin hangi yılda ve nerede doğduğu bilinmiyor. Babasının Ahmet Paşa olduğuna dair bir söylenti varsa da, bu Ahmet Paşa'nın, hangi Ahmet Paşa olduğu da belli değildir. Yine bir söylentiye göre, dedesi, Sultan Orhan zamanında yaşamış Şeyh Mahmut'tur. Bilinen gerçek, Süleyman Çelebi'nin Bursalı olduğu ve Yıldırım Beyazıt günlerinde yaşayıp, onun tarafından yaptırılmış 20 Kubbeli Ulu Cami'nin imamı olduğudur.

          Bu samimî Müslüman, imam Süleyman Çelebi, yazdığı Mevlid'den de kolayca anlaşılabileceği gibi, iyi bir eğitimden geçmiş, zamanın edebiyatını iyi anlamış, dinî bilgileri kuvvetli bir insandı. İlk gençlik yıllarında Bursa'da büyük şöhreti olan Buharalı Şeyh Emir Sultan'ın yanında ders gördü. Emir Sultan, derin bilgisi ile çağın ulularından sayılır. Bugün de kendi adını taşıyan caminin yanındaki türbede gömülüdür. Osmanlı devlet yapısına, Şeyh Edebâli'den sonra en çok etki yapmış bir bilgin olarak bilinir. İşte Süleyman Çelebi, bu derin hocadan dersler görmüş bir din adamıdır.

          Eldeki bilgilere göre yapılan tahminler, Süleyman Çelebi'nin 1359-1364 arasında doğmuş olduğunu gösteriyor. Demek 55 - 60 yıl kadar yaşamıştır. Tek eseri, Mevlid adı ile bilinen "Vesiletün Necat”dır. Fakat, nazmı bu kadar ustalıkla kullanmasını bilen bir insanın, yazmadığını düşünmek oldukça güçtür. Belki, Timur'un ordusu Bursa'ya girdiği zaman, yakılıp yıkılanlar arasında Süleyman Çelebi'nin diğer eserleri de yok olmuştur. Süleyman Çelebi'nin iyi bir eğitim gördüğü ve geniş bir bilgisi olduğunun başka bir kanıtı, Mevlid'de tasavvufî bazı deyimlerin kullanılmış oluşudur:

          "Zâtıma mir'at edindim zâtını
           Bile yazdım adın ile adımı."

beytinde görüldüğü gibi Ahmet Yesevi'yi hatırlatan ifadeler, onun sıradan bir kişi olmadığını açıklar. Emir Buhari'den çok şeyler öğrendiği anlaşılıyor. Mevlid'in yazılmasına sebep diye gösterilen bir olay vardır. Söylendiğine göre Süleyman Çelebi, imamlığını yaptığı Ulu Cami'de, İran'dan gelen bir müderrisin vaazını dinlemiş. Bu müderris vaazında, dinler arasında da bir fark olmadığını, bütün kitaplı dinlerin hak din, bütün peygamberlerin hak peygamber olduklarını anlatmış.

          Süleyman Çelebi, hayranı olduğu Hz. Peygamber'in öteki peygamberler safhında değerlendirilmesine son derecede üzülmüş ve sevgili Peygamber'ine karşı duyduklarını, manzum olarak yazmaya başlamış... İşte bu sonsuz aşktır ki, Mevlid adı ile bilinen "Vesiletün Necat”ı ortaya çıkarmış....

          Altı yüz yıldır, bütün İslâm dünyasının her dinî günde, doğumda, ölümde, bayramda okuduğu bu lirik eserin, bugün okunan biçimi ile, Süleyman Çelebi'nin yazdığı biçimin aynı olduğu söylenemez. Zamanla bazı mısralarda kelimeler, bazen da mısralar değiştirilmiş, Türk halkının duygu ve düşünce kalıbı içinde yeniden oluşturulmuştur. Mevlid'in bazı parçaları, ne kadar realist bir üslûpla yazılmışsa, bazı parçaları da sürrealist bir üslûpla kaleme alınmış gibidir:

          "Hem hava üzre döşendi bir döşek
           Adı Sündüz, döşeyen ân ı melek."

          beytinde olduğu gibi, doğu sürrealizmini yansıtan birçok parçalar vardır. Süleyman Çelebi'-den sonra birçok şairler ve büyük şairler birer mevlid yazdılarsa da hiçbiri Süleyman Çelebi'nin eriştiği noktaya erişemedi. Çünkü Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i "Sehl-i Mümteni" denilen bir sanat örneğidir.Çok kolay yazılmış gibi göründüğü halde, taklidi son derece de güçtür. Bu yüzden taklitleri tutmamış, halk yazılanların hiçbirini benimsememiştir. Oysa yazılan Mevlidlerin arasında, çok sanatkârane olanları vardır.

          Süleyman Çelebi, 1422'de Bursa'da hayata gözlerini yumdu. Mezarı Bursa'da, Çekirge yolundadır. Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i, Rumca, Bulgarca, Sırpça, Arapça'ya çevrilmiş ve dili konuşan Müslümanlar arasında her dinî günde, bayramda, ölümde, doğumda okunagelmiştir. Süleyman Çelebi, 15. yüzyılı Osmanlı şairlerinin en büyüklerinden biridir.




Süleyman Paşa

          Abdülaziz döneminde Türk milliyetçiliğine hizmet eden Süleyman Paşa 1838'de İstanbul'da doğmuştur. Aslen Kastamonuludur. 1859'da Harbiyeyi bitirmiş, Bosna, Hersek, İşkodra bölgelerinde subaylık yapmıştır. 1867'de Girit isyanını bastırmış, yarbaylığa yükselmiştir. 1872'de tuğgeneral, 1873'de Askerî Okullar Nâzırı olmuştur. 1876'da mareşalliğe yükselmiş, askerlik ve yöneticilik hayatı uzun ve hareketli geçmiştir. Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve öldürülmesinde rol oynadığı için II. Abdülhamit'in güvensizliğini kazanmıştır. 1878'de Rus Harbi (93 Harbi) sırasında "Şıpka Kahramanı" lâkabını almış ancak bazı iftiralar üzerine yenilgiye neden olduğu söylenince Bağdat'a sürgün edilmiştir. Ömrünün son 14 yılını Bağdat'ta geçirmiştir. Hayatı
boyunca yeni eserler üretmeye çalışmış, askerî mektepler için birkaç kitap yazmıştır. Abdülaziz'in son zamanlarında askerî okullar için bir umumî tarih hazırlaması istenmiş, kitabın ilk cildi basılmıştır. Eğitim ve öğretim alanında Türkçülüğe hizmeti "Cemiyeti Tedrisiye-yi İslâmiye" üyeliğinde ve özellikle Askerî Mektepler Nâzırlığı yaptığı sürelerde görülmüştür.


Fikirleri ve Kişiliği

          Süleyman Paşa'nın yaptığı araştırmalar dışındaki en büyük hizmeti Askeriye Nazırı (askeri okullar bakanı) olduğu dönemde; okul eğitim ve öğretimine getirdiği "Türkçülük Ülküsü", "Millî Türk Tarihi" anlayışıdır. Tarih alanında verdiği eserlerde, Türk tarihindeki kahramanlıkları sergilemiştir. Türk tarihi üzerinde olduğu kadar Türk dili üzerinde de çalışmalar yapmıştır. Eserlerinde ve yazdığı ders kitaplarında dil ve eğitim sahasında Türkçülüğü gerçekleştirmiştir. Türk milletinin tarihini yabancı kaynaklardan değil kendi öz kaynaklarından öğrenmesinin daha doğru olacağını savunmuştur. Nitekim tarih üzerine yazdığı eserlerin kaynağı da kendi öz kaynaklarımızdır. Bu nedenle tarihe bakış açısındaki farklılığıyla tanınmıştır. Askeri liseler için yazmış olduğu ilmihal de, Arapça ve Acemce kelimeleri kullanmaktan çekinmiş, sade bir Türkçe kullanmıştır.


Eserleri

          Süleyman Paşa'nın en önemli eseri hiç şüphesiz "Tarihi Alem"dir. Bu eseri yazmasını Hüseyin Avni Paşa askeri okullar için istemiştir. Umumî tarih olarak yazılan eserde; Türk tarihinin sadece ilkçağ bölümü yazılmış ve dağıtılmıştır. Ortaçağ ve Yeniçağ bölümleri Süleyman Paşa'nın ölümü nedeni ile yazılamamıştır. II. Abdülhamit devrinde kitap yasaklanmıştır. 1911'de kitap yeniden düzenlenerek basılmıştır. "Tarih-i Alem"de Süleyman Paşa Türk tarihinden saygı ile bahsederken, Türklerin övünülecek kahramanlıklarını yansıtmıştır. İlm-i Sar-ı Türki (Türk Dil Bilgisi) ve Meban-i İnşa (Nesrin Esasları) diğer eserlerindendir.






Şah Cihan

          Şah Cihan, Ekber Şah’ın torunu ve Cihangir Selim Şah'ın oğludur. 1591’de doğdu. 1628’de tahta çıktı. Hindistan’da kurulmuş olan Babür İmparatorluğu'nun beşinci hükümdarı olan Şah Cihan, Hindistan’daki Türk hâkimiyetinin en parlak dönemlerinden birini yarattı. Şah Cihan, çok zengin ve muhteşem bir hükümdarlık devri yaşadı. Sanata ve ilme büyük değer verirdi. Onun zamanında birçok uygar anıtlar kuruldu. Bayındırlık işlerine ehemmiyet vererek, tarımın gelişmesini temin etti. İngiliz, Portekiz ve Hollandalılara karşı ülkenin menfaatlerini korudu. Delhi şehrini îmâr etti ve genişletti. Kale, saray, câmi, mescit ve türbeler yaptırdı. Şah Cihan’ın tahtındaki mücevherler dillere destan olmuştu.

          Şah Cihan'ın, çok sevdiği karısı Mümtazmahal namıyla şöhret bulan Ercüment Banu için Ağra’da yaptırdığı göz kamaştırıcı Tac Mahal Türbesi, Türk sanatının en ince ve yüksek mimarî eseri olarak günümüzde hâlâ gözleri kamaştırmaktadır. Tac Mahal, Türk uygarlığının en güzel anıtlarından biri olarak yaşamaktadır. Bu eserle Şah Cihan, Türk sanatının en güzel örneklerinden birini yaptırarak onu sonsuzlaştırmıştır. Bu eserin mimar ve ustaları İstanbul’dan gitti. Hayatının son yılları hastalıkla ve hapisle geçti. Çünkü kendisi hasta olunca oğulları arasında saltanat kavgası baş gösterdi. Oğlu I. Âlemgir (Evrengzib), kardeşlerini ortadan kaldırarak babasını tahttan indirdi. Şah Cihan 1666’da öldü. O, bugün dünyanın en zarif mimarî anıtlarından biri olan Tac Mahal’de sevgili karısıyla beraber yatmaktadır.




Şeker Ahmet Paşa

          Gerçek adı Ahmet Ali olan Şeker Ahmet Paşa, 1841 yılında İstanbul’un Üsküdar semtinde dünyaya geldi. Küçük bir çocukken eniştesi Yahya Paşa tarafından himaye edilen Ahmet Paşa, 1855 yılında Tıbbiye Mektebine girdi ancak doktorluğun hassas yapısına uymadığına karar verdiği için Harbiye Mektebine geçti. Burada resme karşı olan ilgisi onun Harbiye Mektebi’nin resim öğretmenliği bölümüne atanmasını sağladı. Resme ilgisiyle tanınan Abdülaziz Han tarafından, başarılarından dolayı Paris’e gönderilen Şeker Ahmet Paşa, 1855 yılında Paris’te açılan Mekteb–i Osmanî’de resim sanatı üzerine öğrenim gördü ve yedi yıl süreyle Boulanger ve Gerome’nin atölyelerinde çalıştı. 1869 yılında Paris resim salonlarında bazı yağlıboya çalışmalarını ve Abdülaziz’in karakalem bir portresini sergileyerek mezun oldu, 1871 yılında Paris’teki diğer Türk sanatçılarla birlikte İstanbul’a döndü.

          İstanbul’a dönünce yüzbaşı rütbesiyle Tıbbiye Mektebine atanan Ahmet Paşa, aynı zamanda saraya yaver oldu. Bu görevleri dışındaki zamanlarında da resim ile ilgili çalışmalar yaptı. Bu yıllarda Bayazıt Zeyrek Kaptan-ı İbrahim Paşa Mektebine resim öğretmeni olarak atandı ve 27 Nisan 1873’te dönemin ressamları ve öğrencileri ile Türkiye’nin ilk resim sergisini açtı. Sanayii Nefise Mektebinin açılmasında etkili olan Ahmet Paşa, gösterdiği başarılar sonucunda 1876 yılında binbaşı, 1877 yılında yarbay, 1880 yılında albay, 1885 yılında tuğgeneral, 1890 yılında da korgeneral oldu ve kendisine mabeyn ressamı ünvanı verildi.

          1896’da yabancı misafirleri ağırlama işleriyle ilgilenen Yabancı Konuklar Teşrifatçısı (Protokol Sorumlusu) oldu. İlk saray ressamlarından biri olan Şeker Ahmet Paşa, yaver olduğu ve Şehzade Yusuf İzzettin’in huzurda bulunduğu bir sırada II. Abdülaziz “Yaver Ahmet Efendi’yi çağırınız” diye emretmiş, mabeynci hangi Ahmet olduğunu anlamamış, Şehzade Yusuf İzzettin “canım bizim Şeker Ahmet” demiştir. Bundan hoşlanan Abdülaziz kahkahalarla gülmüştür. O zamandan sonra Ahmet Ali, iyi kalpliliğinin ve uysallığının karşılığı olarak bu lâkapla anılmıştı.

           Asker ressamlar geleneğinin en önemli temsilcilerinden olan Şeker Ahmet Paşa’nın resimlerinde insanlara ve olaylara odaklı bir yaklaşım yerine; ormanlar, meyveler, çiçekler, karacalar, geyikler, koyun sürüleri ve çoban köpekleri sevgi ile işlenmiş motiflerdir. Sanatçının iddialı, zengin, büyük boyutlu natürmortları ise, sürüş ve renk olarak tercihlerini ve becerilerini en başarılı biçimde yansıttığı işler olarak diğerlerinden ayrılırlar. Batı tarzında resim yapan ilk ressamımız olmasına karşın kendisinin bugün de yadsınamayacak özgünlükte başarılı yapıtlar gerçekleştirmesi, Osmanlı görsel sanatlar geleneğinin alt yapısının “batı tarzı resim sanatı” için de bir temel görgü kaynağı ve temel oluşturabilmesine bağlanabilir.

            Batı etkilerini, kendi sanatına özgün bir biçimde yansıtan asker ressamlar kuşağının önde gelen isimleri arasında özel bir yere sahip olan Şeker Ahmet Paşa’nın resimlerinin önemli bir bölümü, İstanbul, Ankara Resim–Heykel müzelerinde ve bazı banka koleksiyonlarında ve Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenmektedir. Süleyman Seyyid ve Hüseyin Zekai Paşa ile birlikte 19. yüzyılın natürmort resimler yapan en önemli ve ilk ustalarından olan Şeker Ahmet Paşa, 1907 yılında 5 Mayıs Cumartesi günü kalp krizinden öldü ve Eyüp Sultan’daki Sokullu Mehmet Paşa Türbesi civarına gömüldü.




Şemseddin Fenarî

          1350'de Maveraünnehir'de doğmuştur. Doğduğu yıllar, Maveraünnehir ve çevresinin büyük kargaşalıklar içinde çalkalandığı yıllardır. Oradan kaç yaşında ve ne suretle Anadolu'ya geldiği bilinmemektedir. İlk öğrenim yıllarında, ilk öğrenimini ve gerekli bilgileri, Horasan, Taşkent çevrelerindeki yetkili hocalardan aldığı ve göç dalgaları ile Anadolu'ya geldiği sanılıyor. Osmanlı kuruluşunun çekirdek günlerinde Bursa çevresinde görülmüş, derin bilgisi, anlayışı ile hemen dikkati çekerek etrafında insanların kümelendiği bir bilgin olmuştur. Kurduğu fikrî otorite, Osmanlı beylerini de etkiliyordu. O kadar ki, Yıldırım Beyazıt, Niğbolu zaferinden sonra içkiye alışması ve sarayında içki âlemleri tertiplediğinin duyulması üzerine, Şemseddin Fenarî'nin cephe alması, padişahı frenlemiş ve daha dikkatli davranmasına sebep olmuştur. Zamanın ünlü kişilerinden ders alarak kültürünü zenginleştirdiği biliniyor. Bu arada, Cemalettin Aksarayi ve Mısır'da Şeyh Kemaleddin gibi büyük üstadlardan dersler görmüş, din bilgisinin yanında matematik ve astronomi öğrenmiştir.

          Bursa'da müderris olarak ders veriyordu. Ünü, bütün çevreye yayılmıştı. Uzak vilâyetlerden insanlar, Fenarî'den ders almak için Bursa'ya geliyorlar ve Orhan Medresesi'nde ondan ders görüyorlardı. Bursa'da kadı olarak da hizmet vermiş ve birçok davaların adaletle sonuçlanmasını sağlamıştır. Bir ara, hac farizasını yerine getirmek için Hicaz'a gitmiştir. Hicaz dönüşü Mısır'a uğramış ve Mısır'da dersler vermiştir. Mısır'da kısa bir sürede ünü bütün ülkelere yayılmış ve Fenarî'nin Mısır'da olduğunu öğrenen Çelebi Mehmet, kendisine haber göndererek Bursa'ya dönmesini rica etmiştir. Bunun üzerine Fenarî, Mısır'dan kalkıp Bursa'ya geldi. O yıllarda Çelebi Mehmet Bursa'da ünlü Yeşil Cami ile türbesini yaptırmakta idi. Timurlenk askerlerinin harap ettiği Orhan Medresesi'nin tamirini de bitirmişti. Şemseddin Fenarî, bizzat padişah tarafından karşılandı ve Orhan Medresesi'nin baş müderrisliğine tayin edildi.

          Osmanlı İmparatorluğu gelişiyor, sınırları gittikçe genişliyordu. Padişah ikinci Murad, işlerin adaletle yürümesi ve şeriatın gösterdiği çizgiler içinde gelişmesi için, kendisine bu konuda yardımcı olacak bir bilgine ihtiyaç duydu. Şemseddin Fenarî'ye, Osmanlı Devleti'nin ilk şeyhülislâmlığını teklif etti. Tarihlerin yazdığına göre, Şemseddin Fenarî, önce bu teklifi kabul etmek istememiş ve şeriat ahkâmı içinde fetva verecek bir makamın, padişah tarafından tayin ve gerektiğinde azledilmesini doğru bulmamıştı. Bunu cesaretle padişaha söyledi, ikinci Murad, tayinin bir ehliyet tercihi olduğunu, bu sebeple padişahın yapmasında yarar bulunduğunu ileri sürmüş, fakat azlinin, adaleti baskı altına alabileceğini kabul ederek, şeyhülislâmlık makamının kayd-ı hayat şartına bağlanmasını kabul etmiştir.

          Şemsettin Fenarî 1424'te Osmanlı mülkünün ilk şeyhülislâmı olarak göreve başladı. 6 yıl bu görevi büyük bir ehliyetle ve adaletle yürüttükten sonra, tekrar Hicaz'a gitmek istedi. Hükümdardan müsaade aldı ve yola çıktı. İlerlemiş yaşta idi. Yol zahmetli ve uzundu. Buna rağmen Şemseddin Fenarî, zahmetlere katlanmış ve ikinci haccını da tamamlayarak Bursa'ya dönmüşse de döndükten kısa bir zaman sonra hayata gözlerini yummuştur. Bursa'da, kendi adı ile bilinen bir mahallede, kendi eliyle yaptırdığı camisinin yanındaki bahçede gömülüdür. Tertemiz hayatı, daha sonra masallaşmış ve adı evliyalara karışmıştır. 100'den fazla yazılı eseri vardır. Öldüğü zaman kitaplığında 10.000 cilt kitap bıraktığı söylenir. Yunan işgali sırasında bu kitaplık yakılmış, yağma edilmiş, bu yüzden pek çok eser ortadan yok olmuştur. Yaptığı tefsirler büyük değer taşır. Özellikle Fatiha tefsiri, yalnız Osmanlı ülkesi içinde değil, bütün Müslüman dünyası içinde ünlüdür. Ayrıca,"Enmuzecü'l-Ulûm" adlı yüz kadar ilmin tasnifini yapan ansiklopedik eseri, değerli bir kaynaktır. En büyük eseri olarak "Hulusü'l-Bedayi fi Usulü'l-Şerayi" bilinir.




Şemseddin Sami

          İlk ansiklopedistimiz, ilk romancımız, ilk sözlükçümüz, ilk gazetecilerimizden Şemseddin Sami, Yanya'nın Fraşeri kasabasında doğdu. Babası, o bölgenin Tımarbeyi Halit Bey'dir. Ailesi, Fatih dönemine çıkar. Devlete hizmet etmişlerdir. Çevresinin, tek söz sahibi ailesinin oğlu olduğu için, çok itinalı yetiştirildi. İlk öğrenimini özel olarak yapmıştır. Orta öğrenimini Rum gimnasyomlarında yaptı. Burada, Fransızca, İtalyanca, Rumca ve eski Yunanca’yı öğrendi. Bundan sonra, medrese eğitimi gördü. Dinî bilgilerini burada pekiştirdi ve Arapça, Farsça öğrendi. İslâm tarihini inceledi. Türkçe’den başka, 8 dil daha bilir. Bu bildiği dilleri de sadece konuşacak kadar değil, yazacak kadar hatta bazılarında, üslûp sahibi olacak kadar bilirdi. Medrese tahsilini yürütürken, bildiği dillerden faydalanarak, edindiği kitaplardan, Batı'daki yeni bilim gelişmelerini izlerdi. 19. yüzyılın pozitivizmi üzerinde ilk araştırmaları yapan yazarlarımızdan biridir.

          Medrese öğrenimini tamamladıktan sonra, matbuat kalemine girdi. Bildiği yabancı dillerinden yararlanarak tercümeler yaptı. Fakat onun asıl istediği şey, Batı gazetelerine benzeyen bir gazete çıkarmaktı. Nitekim, bu isteğine de bir süre sonra kavuştu ve İstanbul'da kendi namına "Sabah" gazetesini çıkardı. Şemseddin Sami, çok iyi Farsça, Arapça bildiği halde, konuşmaların ve yazışmaların sade Türkçe ile yapılmasından yana idi. Şinasi'nin başlattığı sadelik hareketini yürütmek istiyordu. Çıkardığı gazetede bu sade dili kullandı. Fakat bir süre sonra, yazdığı yazılar yüzünden, gazetesi kapandı ve kendisi sürgünü boyladı. Bu zorunlu sebeple, önce Trablus-garp'ta, sonra başka şehirlerde bulunduktan sonra bağışlandı ve İstanbul'a döndü.

          Padişah Abdülhamit, Şemseddin Sami'ye karşı birçok sebeplerden ötürü dikkatli idi. Bir kere Şemseddin Sami, Arnavutluk'un en soylu ailelerinden birinin oğlu idi. Fraşerilerin oyu alınmadan Arnavutluk'ta hiç bir şey yapılamazdı. Oysa Şemseddin Sami, çıkardığı gazetesinde ilerici fikirleri tutmuş, Genç Osmanlıların başlattığı hareketin fikriyatını yapmıştı. Ayrıca Şemseddin Sami, dil biliyor, eli kalem tutuyor, güzel konuşuyordu. Bu bakımdan da Padişah'ın gözü üstünde idi. Her halde bu ve benzeri sebeplerle, sürgünden döndüğü zaman Şemseddin Sami, sarayda görev yapan "Teftiş-i Askerî Komisyonu"na katip olarak atanmış olmalıdır (1880). Sonradan başkatipliğine getirildiği bu komisyonda, hayatının sonuna kadar görevde tutulmuştur. Kendisini ''Kamus-u Türki" yazmaya teşvik edenin Padişah olduğu ve her –sayfasına bir altın ödediği, sonradan ailesi tarafından açıklanmıştır. Kamusu'l-Alâm'ın da aynı şekilde desteklendiği düşünülebilir. Çünkü Abdülhamid'in, sarayda yapacak işi olmadığı zamanlar, Şemseddin Sami'yi Erenköy'ündeki evine gönderdiği ve burada göz altında bulundurarak çalışmalarını izlediği bilinmektedir.

          Nitekim Şemseddin Sami de, Abdülhamid'in bu davranışlarıdan hiç şikayet etmemiş ve hatta kardeşi, Arnavutluk'ta isyana karar verince, ağabeysinin de kendisine yardım etmesini istediği zaman, Şemseddin Sami'nin "Ben bir Osmanlıyım ve isyana karşıyım" dediği ayrıca bilinmektedir. Şemseddin Sami, edebî çalışmalarını gençlik yıllarında yapmış, gazetecilik, hikâyecilik ve romancılık üstünde çalışırken, çağdaş fikirleri savunmuş ve dikkate değer eserler vermiştir. "Taaşşuk-u Talât ve Fitnat" adlı romanı, onun iyi bir toplum gözlemcisi olduğunu ve iyi romancı kumaşı taşıdığını gösterir. Kendisinden sonra yazılan romanların birçoğu, onun çizgisine ulaşamamıştır. Tiyatro eserlerinde de aynı başarıyı göstermiştir. O, bütün eserlerinde,Türklük şuurunun uyanışını ve gelişmesini sağlamaya çalıştı. Türk dilinin ne kadar zengin bir dil olduğunu ispatlayan Kamus-u Türki'si, bugün de en büyük kaynak eser haysiyeti ile ayakta durur. Kendisinden sonra sözlük yapanların hepsi, bu kaynaktan yararlanmışlardır.

          Kamusu’l-Alâm, başlı başına 6 ciltlik büyük bir ansiklopedidir. Bütün dünyada heyetler tarafından yapılan ansiklopedilere karşılık, Şemseddin Sami'nin tek başına 6 ciltlik büyük bir ansiklopediyi bitirmeye muvaffak olması,onun şaşılacak bir çalışma gücüne sahip olduğunu gösterir. Kamus-u Fransevî adı altında, Fransızca’dan Türkçe’ye, Türkçe’den Fransızca’ya olmak üzere tamamladığı iki ciltlik sözlük, 80 yıldır itibarlı bir lügat olarak elden ele geçti. "Besa", "Seyit Yahya", "Gave"adlı üç tiyatro eseri vardır. Bu oyunlar, günümüzün zevklerine cevap vermese bile, zamanının gerçeklerini tamamen yansıtmışlar ve yazarın ne kadar gerçekçi olduğunun belgesi olmuşlardır. Ayrıca, Batı'dan bazı eserlerin çevirilerini yapmış ve bu arada Viktor Hugo'nun "Sefiller"ini ilk defa dilimize çevirmiştir. "Robinson Crusoe" romanını da ilk olarak dilimize çevrilen, Şemseddin Sami'dir. 1905'de hayata gözlerini yumduğu zaman, ardında 50'den fazla büyük eser ve büyük bir isim bırakmıştır.




Şeyh Edebali

          1206 yılında Horasan’ın Merv şehrinde doğmuştur. Gençliğinde Anadolu’ya göç ederek önce Karaman ve daha sonra da Eskişehir’e yerleşmiştir. Karaman ve Şam’da öğrenim görmüştür. İslâmî ilimlerde geniş bir ünü vardır. Osman Gazi Şeyh Edebali dergahında kaldığı bir gece rüyasında şeyhin koynundan çıkan bir ayın kendi koynuna girdiğini ve göbeğinden çıkan ulu bir ağacın bütün cihanı sardığını görür. Şeyh Edebali bu rüyayı, Osman Gazi’nin büyük bir devletin kurucusu olacağı şeklinde yorumlar. Bu yorumdan sonra kızı Bala Hatun’u Osman Gazi’ye verdiği söylenir.

          Şeyh Edebali, Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasi, idari ve hukuki düzeninin temellerini atmıştı. Ahiliğin temel kurallarını uygulamış ve Kayı Aşireti’nin yerleşik düzene geçmesinde büyük rol oynamıştı. Bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğu'nun manevi kurucusu sayılır. 1326 yılında ve 120 yaşında vefat eden Şeyh Edebali’nın türbesi Orhan Gazi tarafından yaptırılmıştır. Damadı Osman Gazi’nin Bey olması üzerine verdiği nasihati çok ünlüdür. Sözlerinden bugün bile derin anlamlar çıkarmak mümkündür:

Ey oğul, artık Bey’sin!
Bundan sonra
Öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül almak sana.
Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik bize, hoş görmek sana.
Anlaşmazlıklar bize, adalet sana.
Haksızlık bize, bağışlamak sana...

Ey oğul, sabretmesini bil,
Vaktinden önce çiçek açmaz.
Şunu da unutma;
İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

Ey oğul, işin ağır,
İşin çetin, gücün kula bağlı.
Allah yardımcın olsun...
Güçlüsün, kuvvetlisin,
Akıllısın, kelamlısın!
Ama; bunları nerede,
Nasıl kullanacağını bilmezsen
Sabah rüzgarında savrulur gidersin.
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve
İradene sahip olasın!
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir.
Bütün bilinmeyenler, feth edilmeyenler, görünmeyenler,
Ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır.

Ey oğul ! Ananı, atanı say !
Bereket büyüklerle beraberdir.
İnancını kaybedersen ,
Yeşilken çöllere dönersin.
Açık sözlü ol ! Her sözü üstüne alma !
Gördüğünü görme ! Bildiğini bilme !
Sevildiğin yere sık gidip gelme !

Ey oğul ! Üç kişiye acı :
Cahil arasındaki alime ,
Zenginken fakir düşene,ve
Hatırlı iken itibarını kaybedene.

Ey oğul! Unutma ki,
Yüksekte yer tutanlar,
Aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklıysan mücadeleden korkma !...




Şeyh Galip

          18. yüzyıl, Osmanlı devleti açısından ne kadar bahtsız ise, Osmanlı Dîvan şiiri açısından da o kadar bahtlıdır. Çünkü bu yüzyılın birinci yarısında -bir örneğini bulmak mümkün olmayan- Nedim, ikinci yarısında da -yine bir benzerini bulmak mümkün olmayan- Şeyh Galip yaşadılar ve en güzel eserlerini verdiler. Şeyh Galip Dîvan Edebiyatımızın getirdiği son büyük şairdir. Nedim, nasıl şuh havası, neşeli edası, hayatla dolu mısraları ile Dîvan Edebiyatı içinden bir sanat fıskiyesi gibi yükselmişse, Şeyh Galip de muhayyile zenginliği, kendisinden önce gelenlerin hiçbirine benzemeyen edası ve Mevlevîliğin fikir ve yürek dolu dünyası ile yepyeni ve bambaşka bir şiir dünyası kurmuştur. Dîvan Edebiyatımıza atılan son şerefli imza, Şeyh Galip'indir.

          1757 yılında İstanbul'da doğdu. Asıl adı Mehmet'tir. Babası Mustafa Reşit Efendi, şair, bilgin bir Mevlevi dervişi idi. Oğlunun iyi yetişmesine önem verdi. Önce kendisi ders verdi. Mevlevîliği sevdirdi ve bu tarikatın önemli eserlerini ona okuttu. Babasından ilk şiir zevkini ve Mevlevîliğin rind dünyasının güzelliğini alan Şeyh Galip, daha sonra çağının ünlü bilginleri ile tanıştı, onların derslerinden geçti. Ders aldığı hocalar arasında Galata Mevlevîhanesi şeyhi Hüseyin Efendi de vardır. Zamanın en tanınmış hocası Neşet Efendi'den de dersler aldı. Neşet Efendi, genç Şeyh Galip'in yeteneğini çabuk farketti ve yazdığı şiirleri beğenerek ona "Esat" takma adını önerdi. Şeyh Galip, bir ara "Esat" takma adıyla şiirler yazdıktan sonra "Galip" adını kullanmaya başladı. Böylece, asıl adı olan Mehmet unutulmuş ve daha sonraları hep "Şeyh Galip" olarak bilinmiştir.

          1782'de, yazdığı bütün şiirlerini bir divanda topladığı zaman, yirmi dördünü bitirmiş, yirmi beşine basmış gencecik bir delikanlı idi. O yaşta dîvan sahibi olmak, hele "Şeyh Galip Divanı" gibi fikir derinliği, muhayyile zenginliği ve üslûp tazeliği taşıyan bir dîvan sahibi olmak, o güne dek kimsenin erişemediği bir mutluluktu. İstanbul'un sanat çevrelerinde bir anda yıldız gibi parladı. Çevresi, hayranları ile dolup taşıyordu. Şiirleri dillerde geziyor, saraydan mahalle kahvesine kadar her yerde okunuyor, beğeniliyordu. İşte bu günlerin birinde bir sanat meclisinde söz, dönüp dolaşıp, büyük dîvan şairlerimiz arasında yer alan "Nâbi"ye geldi. Orada bulunanlar, Nâbi'nin "Hayrâbât" adlı mesnevîsini övmeye başladılar. Bu övgü o kadar ileri götürüldü ki, konuşanlardan biri, "Böyle bir mesnevî, bir daha yazılamaz" dedi.

          Şeyh Galip, bu yargıya katılmamıştı. "Çok abartılıyor" dedi. Bunun üzerine sordular:

          "Peki sen yazabilir misin?"

          Şeyh Galip'in şairlik gururu incinir gibi oldu:

          "Evet" dedi, "Hem de daha güzelini!"

          Ve yazdı. Altı ay içinde Nâbi'nin "Hayrâbât”ını gölgeye çeken "Hüsn ü Aşk"ı yazdı. Bu kadar kısa bir zaman içinde bu ölçüde ve hacimde bir eser ortaya çıkarmak, başka bir şaire nasip olmuş değildir. Hüsn ü Aşk, tasavvuftan kaynaklanan bir eserdir. Olaylar ve kişiler, sembolleri gerçekleştirmek için kullanılmıştır. Mesnevide kullanılan Hüsün ve Aşk, mutlak güzellik ile mutlak bilgidir. Bunlar "edep" okulunda, yani Mevlevî dergâhında okurlar. Mutlak aşk ile mutlak bilginin birleşebilmesi için, kalp şehrine giden çileli yolu geçmek gerekir. Geçerler ve muratlarına ererler. Bu eserinde Şeyh Galip, öylesine imajlar kullanmış ve bu soyut dünyadan öylesine somut bir dünya ortaya koymuştur ki, her açıdan eşsizdir. Bakınız, 'Muhabbet' kabilesinin insanlarını nasıl çiziyor:

          "Giydikleri âfitab-ı temmuz
            İçtikleri, şûle-i cihansûz."

           "Muhabbet" kabilesinin insanları, temmuz güneşini giyerler, can ışığını içerlermiş...

          Hüsn u Aşk'ı 26 yaşında yazdı ve 28 yaşında Konya'ya giderek Mevlânâ'nın dergâhında çileye çöktü. Birkaç yıl Konya'da kaldıktan sonra İstanbul'a gelerek çilesini Yenikapı Mevlevîhanesi'nde tamamladı. Niyeti, bundan sonra babası ve annesi ile bir eve geçmek ve orada inziva hayatı yaşamaktı. Fakat o yıl padişah olarak tahta çıkan Üçüncü Selim Şeyh Galip'in şiirlerini tanıyor, seviyor ve şaire saygı duyuyordu. Saraya davet etti, kendisiyle görüştü ve iltifatlarda bulundu. Yine padişahın arzusu ve işareti ile Galata Mevlevîhanesi Şeyhliği'ne getirildi. Üçüncü Selim, sık sık Galata Mevlevîhanesi'ne gitmiş ve âyinlerde bulunarak Şeyh Galip'e verdiği ehemmiyeti göstermiştir. Şeyh Galip'in sarayı ziyaretinde de padişahın, "Şeyhim, şeref verdiniz" diye itibar sözü ile karşılandığı bilinir. Galata Mevlevîhanesi'ne başladığı tarihten itibaren "Galip Dede" diye anılmıştır. Şöhretinin zirvesine ulaştığı 1799 yılında (3 Ocak) 42 yaşında iken öldü. Herhalde Türk Dîvan Edebiyatı göklerinin en parlak yıldızı o gün düşmüş olacak.


Şinasi

          İçlerinde "öğrenme aşkı" olan insanlar, ister düzenli bir eğitim döneminden geçsinler, ister geçmesinler, eninde sonunda muradlarına ererler. İşte, Türk gazeteciliğinin babası sayılan Şinasi, mahalle mektebinden başka bir eğitim görmediği halde, yalnız, "aydın kişi" olmamış, Türk gazeteciliğine damgasını vurmaktan başka, Türk edebiyatının Batı türlerine erişmesi, Türk dilinin zenginleşmesi yolunda "öncü" olmasını bilmiştir. Şinasi, mahalle mektebini bitirdikten sonra, ailesi güçlük içinde olduğu için, Tophane kalemine girdi. Tophane kaleminde bir yandan kâtiplik yapıyor, bir yandan da yabancı dil öğrenmeye çalışıyordu. Birlikte çalıştığı insanlar arasında, Arapça, Fransızca bilenler vardı. Şinasi, bunlarla dostluk kurdu ve kendilerinden ders almaya başladı. Akşam karanlığında aldığı dersleri, gece yarılarına kadar mum ışığında pekiştiriyor, ertesi gün, yeniden ders alıyordu. Böylece Şinasi, Tophane kaleminde kaldığı birkaç yıl içinde, işine yarayacak ölçüde Fransızca ve Arapça öğrenmişti.

          Şinasi’nin içinde, öğrenmeye karşı büyük bir hırs vardı. Sonraları, annesine yazdığı bir mektupta şöyle diyecekti: "Benim hırsım, şimdiki akıl ve idrakime bakılırsa, bir parça geçinecekle, çok hünerden ibarettir. Elhamdülillâhi Tealâ, şu genç yaşımda bunlardan bir miktar hissedar oldum. Lakin hakikatte hep senin sayendedir. Zira beni okutup yazdırttın.. Senin hakkını bin yıl yaşasam ödeyemem." Şinasi, gençlik yıllarında şiirler yazmıştır. Klasik ölçüler içinde yazılan bu şiirler, çevrede ilgi ile okunuyor, bilhassa kaside biçiminde yazdıkları pek beğeniliyordu. Abdülmecit Karaköy Köprüsü'nü yaptırdığı zaman, bir kitabe yarışması açmış ve yarışmayı Şinasi'nin düşürdüğü tarih beyti kazanmıştı.

          Yabancı ülkelere gitmek, özellikle Fransızca’sını ilerletmek istiyordu. O zamanın Tophane Müşiri Fethi Paşa'ya bir dilekçe -mektup- yazdı. Bu dilekçesinde Fransızca öğrenmeye başladığını, fakat bunu ilerletmek istediğini, iyi bir dil bilen kişilerin memlekete daha yararlı olduklarını gördüğünü, kendisinin de bu yararlı kişilere katılabilmek için can attığını yazdı ve eğer kendisine bir iyilik yapılıp Fransa'ya gönderilirse, İstanbul'daki annesi bakımsız kalacağından, annesine de bir aylık bağlanmasını rica ediyordu. Fethi Paşa, Avrupa memleketlerinde elçiliklerde bulunmuş, dil bilir, ileri düşünür bir insandı. Dilekçeyi destekleyerek Babıali'ye gönderdi. Sadrazam Reşit Paşa, Şinasi'yi çağırıp kendisiyle görüştü ve çok çalışmasını öğütledi. Şinasi 1849 yılında Paris'e gitti, İstanbul hükümeti, maliye üzerinde uzman olmasını istiyordu. Paris'te bir taraftan maliye okudu, bir taraftan da o çağın ünlü edebiyatçıları ile görüşüp tanıştı. Tanıştıkları arasında Fransız Şairi Lamartin de vardır.

          1853'de İstanbul'a döndü, eski görevine başladı. 1855'de Maarif Meclisi üyeliğine getirildi. Bir yıl sonra azledildi. Çünkü Sadrazam Ali Paşa , Şinasi'yi sevmiyordu. Belki de bunun sebebi, kendisinin adamı olmamasıydı. Ali Paşa düşüp yerine tekrar Reşit Paşa gelince, Şinasi de otomatik olarak eski görevine döndü. Şinasi'nin gözü gazetecilikte idi. Avrupa'da gördüğü biçimde bir gazete çıkarmak hükümetten malî destek görmeyen bir gazetede yazı yazmak istiyordu. Bu sırada Agâh Efendi "Tercüman-ı Ahval"i yayınlamaya başladı. Şinasi, bu gazetenin başyazarlığını yapmıştır. Halkın konuşma dili ile yazıyor, geniş halk kitlesi tarafından okunuyordu. Böylece, yepyeni bir gazete üslûbu ortaya koydu. Aynı gazetede, "Şair Evlenmesi" adlı oyununu da tefrika etti. Gerek sanat eserinde ve gerekse günlük gazetede halk dilinin, konuşma dilini kullanması büyük bir yenilikti. Alkışlayanlarla, tepki gösterenler yan yana yaşıyorlardı.

          Kısa bir süre çalıştıktan sonra Tercüman-ı Ahval'den ayrıldı ve kendi başına "Tasvir-î Efkâr" gazetesini çıkardı. Bu gazetede yazdığı yazılarla, geniş halk kitlelerine bazı fikirler aktarıyor, devletle millet arasında yeni bir dengenin kurulması gerektiğini savunuyordu. Bizde, ilk fikir gazetecisi, Şinasi'dir. Matbaasında kitap da yayınlıyor ve Türk kültür hayatında bir okuma patlaması yapmaya uğraşıyordu. Şiirlerini toplayarak "Müntehabatı Eşar" adı ile burada yayınladı. "Durub-u Emsal-i Osmanî" adı ile yayınladığı Türk atasözleri, bugün de kaynak kitap olarak bilinir. Çıkardığı Tasvîr-i Efkâr gazetesine Namık Kemal'i de yazar olarak aldı ve bir süre sonra gazeteyi kendisine devrederek yine Fransa'nın yolunu tuttu. Adı bir suikast teşebbüsüne karıştığı için uzun süre yurda dönmedi. Abdülaziz'in Fransa gezisi sırasında, padişaha refakat eden Fuat Paşa, kendisine dönmesi için rica edince, yurda döndü ve bir matbaa kurarak Avrupa'da yapmaya başladığı "Büyük Sözlük"ü basmayı düşünürken, 1871'de öldü. Şinasi, Türk gazeteciliğinin babası, Türk edebiyatının Batı'ya açılan penceresi ve Türk yazarlarının sadelik ve fikir öncüsüdür.


 
 
  90635 ziyaretçi  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol