TÜRK İSLAM TARİHİ VE İSLAMİYET HAKKINDA HER ŞEY
  A
 



Abdülhak Hamit Tarhan

          2 Şubat 1852 yılında İstanbul'da doğdu. Babası, Tanzimat döneminin tanınmış tarihçilerinden Hayrullah Efendi'dir. Büyükbabası, ikinci Mahmut ve Abdülmecit'e hekimbaşılık eden Abdülhak Molla'dır. Kültürlü ve esprili bir aileden gelir. Abdülhak Molla, eczanesinin kapısına, "Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı" mısrasını yazacak kadar geniş görüşlü bir insandı.

          Abdülhak Hamit, iyi bir öğrenim gördü. Bir yandan, doğduğu semt olan Bebek'teki mahalle mektebine giderken, bir yandan evinde babasından ve babasının dostlarından ders alıyordu. Sonra Rumelihisarı'ndaki Rüştiye Okulu'na yazıldı. Yanyalı Tahsin Hoca ile Edremitli Bahattin Efendi'den dersler almaya devam etti. 1862'de, Millî Eğitim müsteşarı olarak Paris'te Fransız eğitim sistemini inceleyen babasının yanına gitti ve burada Fransızca öğrendi. Bir yıl kadar kaldıktan sonra İstanbul'a döndü ve Robert Kolej'e devam etti.

          Memurluk hayatına, "Tercüme Odası"na girerek başladı. Babası Tahran Büyükelçiliğine atanınca, o da hocası Bahattin Efendi ile birlikte Tahran'a gitti (1865). Burada Farsça öğrenmeye başladı. Elçilik kâtiplerinden Mirza Şevket, genç Abdülhak Hamit'e hem Farsça öğretiyor hem de İran edebiyatını tanıtıyordu.

          Babasının ölümü üzerine (1867) İstanbul'a döndü. Maliye Bakanlığı ve Şûra-yı Devlet'te hizmetler aldı. 1871'de, İstanbul'un tanınmış ailelerinden Pirîzade Fatma Hanım'la evlendi. Sami Paşazade Sezai, Recaizade Ekrem ve Namık Kemal ile tanışması bu yıllardadır. Tiyatro oyunu yazmak moda idi. O da bu akıma katıldı ve ilk denemelerine girişti."Macera-yı Aşk" adlı tiyatro oyununu 1873'de yazdı ve yayınladı. Artık ardı ardına eser veriyordu. "Sabrü Sebat" (1874), "İçli Kız" (1874), "Duhter-i Hindu" (1875), "Nazife" (1876). Genç Abdülhak Hamit su gibi eser akıtıyor, her çıkardığı kitap geniş yankılar yapıyor, eleştirmenler genç dehayı selamlıyorlardı. "Tarih veya Endülüs'ün Fethi", "İbn-i Musa yahut Zatülcemal ve Sardanapal" oyunları da bu dönemde kaleme alınmış ve yayınlanmışlardı. Abdülhak Hamit edebiyat çevrelerini şaşırtan ve hayrete düşüren bir üreticilikle birbirinden önemli, birbirinden değerli eserleri edebiyat alanına sürdükçe, ünü de İstanbul'u aşarak bütün Osmanlı ülkesine yayılıyordu.

          1876'da Paris sefareti ikinci kâtipliğine atandı. O zamana kadar bütün oyunlarını düzyazı ile yazmıştı. Paris'te şiire başladı. "Belde, yahut Divaneliklerim" adlı şiirleri, bu dönemin ürünüdürler. "Nesteren" oyununa da Paris'te bulunduğu sırada başlamış ve bitirmiştir. "Nesteren" oyununda, iki müstebit kardeş hükümdarın kavgalarını konu edinmişti. O yıllarda Abdülhamit ile Beşinci Murad arasında süren kavgaya benzediği için, güne paralel çiziyordu. Hükümdarlardan biri halk tarafından seviliyor, biri sevilmemekte idi. Abdülhamit ile Murad arasında da böyle bir benzerlik vardı. Bu yüzden bu eserini imzasız olarak bastırmıştı. Fakat bir vesile ile İstanbul'a gelince, açığa alındı (1878).

          Bu dönem, şairin büyük sıkıntılara düştüğü dönemdir, iki yıl gelirsiz yaşadı. Sinir krizleri geçirdi. Hatta çıldırdığını söyleyenler oldu. Fakat kendisine teklif edilen Berlin sefareti kâtipliğini ve Belgrat konsolosluğunu kabul etmemek direncini gösterdi. Yazdığı şiirlerini "Sahra" adı altında toplayıp yayınladı. "Eşber" oyununu kaleme aldı ve kitap haline getirdi. "Tezer, yahut Abdülrahman-ı Salis" oyunu da bu iki yıllık edebiyat çalışmaları sırasında çıkmıştır.

          Sonunda saraydan görev kabul etmemekten vazgeçti. Kafkasya'deki "Pöti" konsolosluğunu kabul etti, ardından Yunanistan'daki "Golos", Hindistan'daki Bombay konsolosluklarında bulundu. Bu son görevinde, çok sevdiği karısı Fatma Hanım'ı kaybetti. Türk edebiyatının en büyük eserlerinden biri olduğu üzerinde ittifak edilen "Makber" adlı şiir kitabı, bu büyük kaybın beşeri hercümercini anlatır:

          "Fatıma, çık lâhitten kıyam et!
           Yadımdaki haline devam et!"

          "Makber" 1885 yılında yazılmıştır. Yine ölümünü bir türlü içine sindiremediği eşi için bir yıl sonra "Ölü" adlı şiirlerini yayınladı. "Hacle" adlı kitabı da, eşi Fatma Hanım için yazılmıştır.

          Eşinin ölümü, yeni bir Abdülhak Hamit'in doğuşu olmuştur. Çünkü o zamana kadar, düzyazıdaki başarılarıyla tanınan Abdülhak Hamit, ondan sonra şair olarak erişilmez bir çizgiye ulaştığını ortaya koydu. Çağında, adından söz edilmeden "Üstad-ı Az'am" diye konuşulan tek şairimiz, Abdülhak Hamit'tir. "Bunlar Odur" (1886), "Kahpe" (1887) tarihlidirler. Ünü, ülkenin dışına taşmış, dünya edebiyatında adı geçer olmuştu.

          1886 yılı sonunda Londra sefaret kâtipliğine atanır. "Zeynep" bu dönem çalışmalarının eseridir. "Zeynep"i, basılmak üzere İstanbul'a gönderdi. Fakat sansür sakıncalı gördüğü için basılmasına izin vermedi ve bu yüzden Londra'daki görevinden alındı. Üç ay kadar işsiz kaldı. Edebiyatla uğraşmamak şartı ile yine eski görevine gönderildi. 1895'de Lahey orta elçiliğinde, 1897'de Londra sefaret müsteşarlığında bulundu. Şair, birkaç başarısız evlilikten sonra 1912'de Lösiyen adlı 18 yaşında bir kızla Brüksel'de evlendi. 26 yıl sürekli olarak Batı Avrupa'da görev yaptıktan sonra İstanbul'a döndü ve Meclis-i Ayan üyeliğine seçildi. Cumhuriyet döneminde, Atatürk'ün sofrasına davet edilen bir şairdi. 85 yaşında, 3 Nisan 1937 tarihinde hayata gözlerini kapadı. Zincirlikuyu Mezarlığı'na gömülüdür.


          YAPITLAR (başlıca): Şiir: Sahra, 1879; Makber, 1885; Ölü, 1885; Hacle, 1886; Bir Sefilenin Hasbıhali, 1886; Bâlâdan Bir Ses, 1912; İlham-ı Vatan, 1916; Ruhlar, 1922; Oyun: Macera-yı Aşk, 1873; Sabr ü Sebat,l875; İçli Kız, 1875; Duhter-ı Hindu, 1876; Nesteren, 1878; Tank yahut Endülüs Fethi, 1879; Tezer yahut Abdurrahman-ı Salis, 1880; Eşber, 1880; Zeynep, 1908; İlhan, 1913; Liberte, 1913; Finten, 1916; Tarhan, 1916; Hakan, 1935.




Abdülkadir Merâgi

          Itrî'den önceki klasik Türk müziği bestecilerinin en büyüğü, müzik kuramı yazarlarının da en önemlisi sayılan Abdülkadir Merâgi (Batı kaynaklarında İbni Gaybî diye geçer), 1360'ta doğdu. İlk müzik derslerini, dönemin değerli bilgin ve müzikçilerinden olan Gıyaseddin Gaybî'den aldı, sonra döneminin belli başlı bilginlerinin ve sanatçılarının öğrencisi oldu. Genç yaşta babasını yitirince, Meraga'dan ayrılarak Celayirlilerin başkenti Tebriz'e gitti. 1377'de, üçüncü Celayirli hükümdarı Hüseyin'in (1374-1382) düzenlediği beste yarışmasını kazanınca, hükümdarın yakınları arasına girdi. Hüseyin'den sonra Celayirli tahtına çıkan ve başkenti Bağdat'a taşıyan Sultan Ahmet'in de gözde sanatçılarından oldu. 1393'te Bağdat'ı ele geçiren Timur tarafından, birçok bilgin ve sanatçıyla birlikte Semerkand'a götürüldü ve Timur'un en değer verdiği sanatçılarından biri haline geldi. 1399'da Timur'un Tebriz'de oturan oğlu Miranşah'ın çevresine girdi.  Miranşah'ın uygunsuz davranışlarını çevresine yoran Timur, oğlunu yoldan çıkardıkları gerekçesiyle, çevresindekilerin öldürülmesi buyruğunu verince, Abdülkadir, son anda kaçmayı başararak, yeniden Sultan Ahmet'in eline geçen Bağdat'a sığındı. Ama, 1401'de ikinci kez Bağdat'ı kuşatan Timur'un eline düştü, yargılanarak, ölüm cezasına çarptırıldı. Ceza yerine getirileceği sırada Kur'an-ı Kerim'den bir sure okumaya başlayınca sesinin güzelliği ve müzikteki ustalığı sayesinde bağışlandı ve Timur'un sarayında eski yerini aldı. Timur'dan sonra tahta çıkan Halil Mirza ve Şahruh'un saraylarında çalıştı. 1421'de Osmanlı Sultanı Murad II'ye, Makasıd'ül Elhan (Ezgilerin Amaçları) adlı kitabını sunmak için Bursa'ya geldi. Kısa bir süre sonra Herat'a döndü ve orada 1435'te veba salgınından öldü.

          Günümüze Abdülkadir Merâgi'nin olduğu ileri sürülen 40 kadar beste kalmıştır, ama başlıca bestelerinin yok olduğu, günümüze ulaşanların orta derecede besteler olduğu düşünülmekte, üstelik bu bestelerin de bir bölümünün Abdülkadir tarafından değil, ona özenen ve onun adını kullanan daha sonraki besteciler tarafından yapılmış olabileceklerinden kuşkulanılmaktadır. Uzmanların, Abdülkadir'in olduğu konusunda görüş birliğine vardıkları bestelerin başlıcaları şunlardır: Segâh Kâr-ı Şeşâğâz, Hüseyni Kâr, Mahur Kâr, Rast Nakış Kârçe, Pençgâh Ağırsemai, Irak Yürüksemai.




Ahmet Ağaoğlu

          1869'da Azerbaycan'ın Şişe şehrinde doğmuştur. Babası Mirza Hasan Bey, annesi Sarıca Ali adlı göçebe bir kavimden Taze hanımdır. Amcalarının Rusça, Arapça ve Farsça bilmeleri ve ailenin düzenlediği akşam sohbetlerinde metafizik ve ilmî konuların görüşülmesi Ağaoğlu'nun gelişiminde önemli yer tutar. Öğrenimine mahalle mektebinde başlamış ve babasından gizli Rusça dersleri almıştır. Babasının karşı çıkmasına rağmen dayısının desteğini alarak Rus tali mektebine yazılmıştır. 1884'de buradaki eğitimini tamamlayarak Realne Uçilişe'ye başlamıştır. Reel ilimlerin ağırlıklı olduğu okulu başarı ile tamamlamış, 1887'de yüksek öğrenim için Petersburg'a gitmiş, fakat sağlığı nedeni ile geri dönmüştür. 1888'de Paris'te hukuk mektebine başlamış, doğu kavimleri tarihi, Arapça, Acemce ve Türkçe dil derslerine devam etmiştir. Ağaoğlu 21 yaşında iken yazarlığa, Fransızca bir makale ile başlamıştır. Bir süre Paris'te gazetecilik de yapan Ağaoğlu 1894'de İstanbul'a gelmiştir. 4 ay sonra Tiflis'e gitmiş, Kafkas gazetesinde yazarlık yapmıştır. Bakü'de Rusça "Kaspy" adlı bir gazetede başyazarlık görevini almıştır. Gazete Azerbaycan Türklerinin hukukunu savunan ve çıkarlarına hizmet eden Rusça bir Türk organı haline getirilmiştir.

          "Kaspy" gazetesinin sahibi olan Zeynel Abidin Takiyef Türkçe yayın için uğraşmış ise de 1904 yılında meydana gelen Rus-Japon savaşı sonuna kadar beklemek zorunda kalmıştır. Savaş sonunda çarlığın yenik düşmesi ile tekrar girişimde bulunmuş, bu sefer başarılı olmuştur. Bütün Kafkasya'da ilk kez günlük Türkçe gazete olan "Hayat" çıkmaya başlamıştır. Hüseyinzade Ali Bey de bu gazetede göre almıştır. Bir yıl sonra Ahmet Ağaoğlu "İrşad" adlı yeni bir gazete çıkarmaya başlamıştır. Aynı zaman diliminde Kafkasya'da Ruslar Azerbaycan'a hakim olunca Sünnî-Şiî anlaşmazlığı başlamıştır. Kafkaslardaki Türkleri parçalamayı amaçlayan bu düşünceye karşı mücadele etmiştir. 1905'de Bakü'de "fedai" adında gizli bir cemiyet kurmuş, Ermenilere karşı Türklere yaptıkları zulümleri fiili direnişlerle bir dereceye kadar durdurabilmiştir. 1905'de Çar hükümetinin bir nazırlar komitesi kurması üzerine Kazan'dan giden heyete Yusuf Akçura Kafkasya ahalisini temsil edenler içinde ise Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali, Topçubaşı Meydan Bey seçilmişlerdir. Azerbaycan halkını bu komitede temsil etmiştir. Petrollü topraklar üzerindeki Türk halkını göç ettirme projesini, otuz beş günlük konuşma sonucu engellemiştir. 1908'de II. Meşrutiyetin ilânı ile İstanbul'a kaçan Ağaoğlu, Türk Ocağının kurucularındandır.


Eserleri

          "İslâm Aleminde Kadın" adlı Rusça risalesinde, İslâm'ın görüşlerinde ilerici olduğunu, Abbasi'nin orta devirlerine kadar bu ilerici hareketin devam ettiğini, daha sonra alimlerin ve şeyhlerin menfaatperestlikleri yüzünden gerilediğini ve çöktüğünü iddia etmektedir. Gazete ve dergilerde yayımlanmış makaleleri ve risaleleri vardır.




Ahmet Cevdet Paşa

          Cevdet Paşa, şimdi sınırlarımız dışında kalan Lofça kasabasında dünyaya geldi. Hacı İsmail Ağa'nın oğludur. Lofça'da mahalle mektebinden sonra, öğretimini daha iyi yapabilmek için, 1839'da İstanbul'a gelerek medreseye girmiştir. Medreseyi bitirip müderris olduktan sonra, Farsça ve Fransızca öğrendi. Matematik, felsefe, kozmografya (astronomi) bilimleri üzerinde çalıştı, kendisini yetiştirdi.

          Cevdet Paşa, bilim adamı olarak yetişmek istiyordu. Fakat çevresi politikacılarla dolu idi. Çoğu yetenekli insanın denediği gibi, şiirler yazmaya başladı. Yazdığı şiirleri kendisine gösterdiği Fehim Efendi, kendisine "Cevdet" takma adını verdi. O zamana kadar Ahmet olan Cevdet Paşa, ondan sonra Ahmet Cevdet oldu.

          Ahmet Cevdet Efendi, zamanının en ünlü kişileri olan Büyük Reşit Paşa, Ali ve Fuat paşalarla tanıştı. Reşit Paşa'nın yanında geçirdiği 15 yıl, her bakımdan gelişmesine yardım etmiştir. Bu dönemde Ahmet Cevdet Efendi, idare ve politika hayatına kaymaya başladı. İlk görevi, Bükreş'te bulunan Fuat Bey (Paşa)'in yanında yardımcılık oldu. Bükreş dönüşü Fuat Bey'le birlikte Bursa'ya geldiler ve burada bir süre dinlendiler. Kaldıkları kısa sûre içinde, "Kavaid-i Osmaniye" adlı bir eseri ortaya koymuşlardı. Bu Osmanlı dilinin grameri, bundan sonra yazılan bütün gramerlere kaynaklık ve örneklik etmiştir.

          "Darülmuallimîn" okuluna müdür atandı. Aynı zamanda "Maarif Meclisi" üyeliğine getirildi. Özellikle bu meclisin derlenip toparlanmasına çalıştı ve çalışmalarıyla dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle, Maarif Meclisi üyesi olarak ‘Encümen-i Daniş’in kurulmasında büyük emeği geçti ve bu encümene üye seçildi.

          Encümenin kurulması sebebi, tarihimizi derleyip toplamak, sanat hayatımızı düzenleyip canlandırmak gibi işler idi. Encümen, Ahmet Cevdet Efendi'ye 1774-1826 yılları arasındaki olayları yazmak görevini verdi, önceleri, bu eser, birlikte yazılacaktı. Fakat öteki üyelerin kaytarmaları nedeniyle Ahmet Cevdet Efendi'ye bırakıldı. Bugün Cevdet Tarihi adıyla bildiğimiz 12 ciltlik eser bu çalışmaların sonucudur.

          Ahmet Cevdet Efendi'nin, İbni Haldun'un tarih felsefesine ve Naima'nın bu felsefeye bağlı görüşüne önem vererek, yazdığı tarih, yalnız belli bir çağın sağlam belgelere bağlı tarih çalışması değil, aynı zamanda Osmanlı devlet felsefesinin çeşitli devlet adamları elinde nasıl uygulandığının çok dikkatli bir açıklamasıdır. Batı toplumları ile Doğu toplumlarının birbirinden farklı toplumlar olduğu, Cevdet Paşa'dan önce de fark edilmiş ise de, Cevdet Paşa, bu farkın, sınıflı toplumdan geldiğini açıklayan ilk fikir adamımız olmuştur.

          Cevdet Paşa, Kırım Savaşı sırasında üç cildini tamamladığı tarihini padişaha sunmuş ve Saray Vakanüvisliği'ne atanmıştır (2 şubat 1855). Bu görev üstünde kalmak şartıyla önce "Meclis-i Ali-î Tanzimat'a üye atanmış, sonradan Meclis-i Vâlâ"ya üye olmuştur. Cevdet Paşa, her gönderildiği yerde iyi hizmet veren bir insandı. Ahmet Cevdet Paşa, İşkodra karışıklıklarının bastırılması, Kozan İsyanı'nın söndürülmesi, Bosna- Hersek müfettişliği gibi önemli görevlerde başarı ile iş gördükten sonra, 1868'de Adliye Nazırlığı'na getirilmiş ve kendisine paşalık tevcih edilmiştir. Bir ara Halep ve Bursa valiliği de yapmıştır. Cevdet Paşa, üç defa Maarif Nazırı, 5 defa Adliye, 2 defa Evkaf, birer defa Dahiliye, Ticaret ve Ziraat nazırlığı yapmıştır. Ayrıca, Şûra-yı devlet Reisliği'nde de bulundu. Bunca hizmet sırasında, eser vermeyi ihmal etmemiş, 12 ciltlik Cevdet Tarihi'nden başka, dinlerin ve peygamberlerin tarihini "Kısas-ı Enbiya" adı altında yazıp yayınlamıştır.

          Son olarak "Meclis-i Has" üyeliğine getirildi ve burada ölünceye kadar bilimsel çalışmalarını sürdürdü (25 mayıs 1895). "Tezakir-i Cevdet", tarih çalışmaları sırasında tuttuğu notlar olup, bunlar yeniden gözden geçirilmiş ve tasnif edilerek 4 cilt halinde yayınlanmıştır. Bunlar daha çok Tanzimat döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun toplum yapısını belirleyen notlardır. "Maruzat" II. Abdülhamit'e sunduğu bilgileri içerir. Son zamanlarda tamamı yayınlanmıştır.

          Baş eserlerinden biri de "Mecelle"dir. Sağlam bir dille kaleme alınan İslâm hukukunun Medenî Kanun'a karşılık olan bölümü, Cevdet Paşa'nm en büyük eserlerinden biri sayılır. 50 yıl kadar Osmanlı ülkesinde ve Medenî Kanun yayınlanana kadar Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde kanun olarak uygulanmıştır. Mecelle'nin bazı düsturları bugün de hukukumuzda yaşamaktadır. "Mani. zail olunca, memnu avdet eder", "Bir işten maksat ne ise, hüküm ona göredir", "Alması memnu olan bir şeyin vermesi dahi memnudur", "Kişi, ikrarıyla ilzam olunur", "Sakile bir söz isnat olunmaz", "Zan ile yakîn (tam bilme) hasıl olmaz."




Ahmet Hamdi Tanpınar

          Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 haziran 1901'de İstanbul'da doğdu. Babası, Kadı Hüseyin Fikri Efendi'dir. Babasının memuriyet hayatına bağlı olarak çeşitli illerde ilk, orta ve lise öğrenimini yaptı. Antalya Sultanisi'nden mezun olunca, İstanbul'a geldi (1918). Parasız yatılı bir okula girmek zorunda olduğu için, müsabaka imtihanını kazandığı Baytar Yüksek Okulu"na girdi. Fakat bu mesleğe eğilimi yoktu, bir yıl sonra bir kolayını bularak İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi'ne yazıldı.

          Bu sıralarda üniversitede edebiyat tarihi okutan Yahya Kemal'in öğrencisi oldu. Yahya Kemal, genç Tanpınar üzerinde derin bir tesir yarattı. Bu etki, hayatının sonuna kadar sürmüş ve Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatta ve fikriyatta hocası olan Yahya Kemal'in çevresinden hiç kopmamıştır. Fakülteyi bitirince (1923), Erzurum Sultanisi'ne edebiyat ve felsefe öğretmeni olarak atandı. Bundan sonra sırasıyla Konya, Ankara (Gazi Eğitim Enstitüsü) İstanbul Kadıköy Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1934 yılında, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı Güzel Sanatlar Akademisi Sanat Tarihi öğretmeni olarak buluyoruz (1934). Bu dönem içinde yazdığı şiirler, hikâyeler, makalelerle dikkati çeken Tanpınar, 1939 yılında İstanbul Üniversitesi'nin Edebiyat Fakültesi'nde kurulan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nün başına getirildi.

          Artık Tanpınar, şair, hikayeci, romancı, denemeci olarak adını duyurmuştu. Şiirleri bir çevre tarafından seviliyor, bir çevre tarafından eleştiriliyordu. Çünkü şiirlerinde sanatın sanat için olduğu düşüncesinden hareket ederek yazıyor, ince hayaller, psikolojik imajlar, bilinçaltı kaynaşmalarıyla dolu mısralar ortaya çıkarıyordu. Sanatın, toplum için olduğu düşüncesinde birleşenler, Tanpınar'ı eleştiriyorlar, kendi saflarına çekmeye zorluyorlardı.

          Ahmet Hamdi Tanpınar, bütün bunların arasından sessizce sıyrılmasını bildi. Kimin ne söylediğini düşünmeden, kendi anlayışı içinde şiirlerini sürdürdü. Şiirlerinde, doğa ve insanın meçhule gidişindeki dram, mısra mısra işlenir.

          1942'de Maraş milletvekilliğine seçildi. Tanpınar'ın politikayı sevdiği ve hele ısındığı söylenemez. Bir devre milletvekilliğini tamamladıktan sonra, tekrar mesleğine döndü. 1946'da Millî Eğitim müfettişi, 1948'de Güzel Sanatlar Akademisi sanat tarihi hocası ve hemen ardından aynı yıl eski görevi olan İstanbul Üniversitesi'ndeki yerini aldı.

          1962 yılına kadar süren bu görevi sırasında, Türk Edebiyat Tarihi üzerinde derin çalışmalar yaptı. "19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi" adlı kıymetli eseri bu sırada oluşmuştur. Kendisinden önce yapılan edebiyat tarihlerinden büyük farklar gösteren bu eser, günümüzün boşluklarından birini doldurmuş bulunuyor. Yahya Kemal'in tarih görüşünden hareket eden Tanpmar, on dokuzuncu yüzyıl yazar ve şairlerinde millî motifin nasıl geliştiğini büyük bir dikkatle ortaya çıkarmıştır.

          İlk şiiri, Celâl Sahir'in çıkarmakta olduğu "Altın Kitap" adlı bir dergide yayınlandı: "Musul Akşamları." (1920). Sonra, 1920-21 yılları arasında Tanpınar'ı "Dergâh" yazarları ve şairleri arasında görüyoruz. 11 kadar şiiri, hemen kısa aralıklarla bu dergide çıktı. Sonraları Millî Mecmua, Hayat, Görüş, Varlık, Oluş ve Ülkü dergilerinde zaman zaman görüldü. Şiirlerin toplanıp yayınlanması için 1961 yılını bulmamız gerekmiştir.

          Tıpkı hocası Yahya Kemal gibi, kafiyenin ve veznin şiirde müzik görevi yapmadığına inanıyor, mısraların kelime örgüleri ile bir müzik yarattığını savunuyor ve şiiri ile bunu ispatlamaya çalışıyordu.

Yahya Kemal, "Itri" şiiri ile bir Osmanlı yüzyılını anlatmıştı. Tanpınar, bir şehrin hayatını dile getirdi:

"Bursa'da eski bir cami avlusu
  Mermer şadırvanda sakırdayan su
  Orhan zamanından kalma bir duvar
  Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

  Yekpare bir anda gün, saat, mevsim
  Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
  Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
  Güvercin bakışlı sessizlik bile
  Çınlıyor bir eski zaman vehmile..."


"Zaman" adlı şiiri, hem şairliğine, hem metafizik kaygılarla "Zaman" tefekkürüne güzel bir örnek olduğu için buraya alıyoruz:

"Ne içindeyim zamanın
  Ne de büsbütün dışında.
  Yekpare geniş bir anın
  Parçalanmaz akışında

  Başım sükûtu öğüten
  Uçsuz, bucaksız değirmen
  İçim, muradına ermiş
  Abasız, postsuz bir derviş.

  Kökü bende bir sarmaşık
  Olmuş dünya sezmekteyim
  Mavi, masmavi bir ışık
  Ortasında yüzmekteyim."

          Çalışmalarının en verimli olduğu bir çağda, 1962 yılında hayata gözlerini yumdu. Arkasında, şiirli bir tarih, fikirli bir şiir, sağlam bir dünya görüşü bıraktı.




Ahmet Mithat Efendi

          1344 yılında İstanbul'da doğdu. Bir bezzazın oğlu idi. 6 yaşında babasız kaldı. Mısır Çarşısı'nda bir aktarın yanına çırak verdiler. Zeki bir çocuktu. Her işi yüksünmeden yapıyordu. Öteki çıraklardan farklı bir yapısı olduğu, kısa bir sürede anlaşıldı. Nitekim çarşı esnafından Hacı İbrahim Efendi, bu yetenekli çocuğa, akşamları ders vererek okuma yazmayı öğretti.

          Ahmet Mithat Efendi, bu Hacı İbrahim Efendi'nin kendisine yaptığı iyiliği hiç unutmayacak, yıllar ve yıllar sonra bir gün oğlu Dr. Kâmil Yazgaç'ın kolundan tutarak Mısır Çarşısı'nda bir dükkânın önüne getirecek ve şunları söyleyecektir:

          "İşte ben, bu dükkânda çıraktım, ustamdan yediğim dayakların acısı ile on beş yaşından sonra buradaki okur-yazar esnaftan ders almaya başladım, beş yılda okur-yazar bir efendi oldum."

          Oysa Ahmet Mithat Efendi, yalnız Hacı İbrahim Efendi'den okuma yazma dersleri almıyor, bir vesile ile tanıştığı, Galata'da ticaret yapan bir yabancıdan da Fransızca dersleri alıyordu. Bu öğrendikleri, Ahmet Mithat Efendi'ye yetmiyordu. Daha çok öğrenmek, düzenli bir tahsil yapmak istiyordu. 1861'de Niş vilayetinde Kaza Voyvodası görevinde bulunan kardeşi Hafız İbrahim Efendi'nin yanına gitti.

          Bu gidiş, Ahmet Mithat Efendi'nin hayatında bir dönüm noktasıdır. O sıralar Niş Valisi Mithat Paşa idi. Ağabeysi Voyvoda İbrahim Efendi'yi tanıdığı için, genç Ahmet Mithat'ı da tanıdı ve sevdi. Zamanın lisesi demek olan rüştiye okuluna yazdırıldı. Mithat Paşa, ayrıca genç Ahmet Mithat'a, Mamuryan Efendi'den Fransızca ders almasını sağladı.

          Mithat Paşa, Tuna vilayetinin başına getirilince, Ahmet Mithat'ı da Mektubî Kalemi'ne memur olarak aldı. Çalışkanlığı, zekâsı ve öğrenme hırsını beğendiği bu gence Mithat Paşa kendi adını da vermiş ve o zamana kadar sadece Ahmet olan adı, bundan sonra Ahmet Mithat olmuştur.

          Ahmet Mithat Efendi, memurluğu süresince de ders almayı sürdürmüştür. Bir yandan, Sait Paşa Medresesi'nde sabah derslerine gidiyor, bir taraftan da akşamları, Çankof Efendi'den Fransızca dersler alarak yabancı dil bilgisini ilerletiyordu. 20 Haziran 1868'de "Tuna" gazetesine yazar olarak girdi. Matbaacılık tekniğini kısa bir zamanda kavradı ve gazetenin başyazarı oldu.

          Mithat Paşa, Bağdat Valisi olunca, Ahmet Mithat'ı da Bağdat'a götürdü. Kendisine, bir matbaa kurmak ve 2. gazetesini çıkarmak görevini verdi. Çıkardığı ve bütün yazılarını yazdığı gazetenin adı, "Zerva"dır. Gazeteciliğin yanısıra Mektubî Kalemi"ndeki görevini de ihmâl etmiyor, ayrıca Farsça ve Arapça dersleri alıyordu. Bu arada, sanayi mekteplerinde okunmak üzere "Hâce-i Evvel" ve "Kıssadan Hisse" kitaplarını yazdı.

          Bundan sonraki hayatı baş döndürücüdür. Ağabeysi öldü. Ağabeysinin bütün ailesi İstanbul'a geldi ve Ahmet Mithat Efendi'nin eline bakmaya başladılar. Tahtakale'de kiraladığı bir evde bir matbaa kurarak işe girişti. Bütün aile dizgi, baskı işlerinde çalışıyordu. Burada hazırladığı eserleri basmaya başladı. Namık Kemal'in yayınlamaya başladığı "İbret" gazetesinin sürekli yazarları arasına girdi. "Devir" ve "Bedir" adlı gazeteleri çıkardı ve batırdı. "Vatan yahut Silistre" piyesinin olaylara yol açması üzerine, Namık Kemal ve arkadaşları ile birlikte sürgüne gönderildi. Sürgün gittiği Rodos'ta, durmadan romanlar yazdı. "Hasan Mellah", "Hüseyin Fellah", Dünyaya İkinci Geliş", "Açık Baş" bu dönemin ürünleridir.

          Abdülaziz'in hallinden sonra, İstanbul'a döndü (11 Haziran 1876). "İttihat" gazetesini çıkardı. "Takvim-i Vekayî" müdürlüğüne getirildi. "Üs-sü-İnkılâp" adı ile bir kitap yayınlayarak padişahın gözüne girdi. Türk basın tarihinde önemli bir yeri olan "Tercüman-ı Hakikat" gazetesini çıkardı. Ahmet Cevdet, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim bu gazetenin sütunlarında şöhret oldular. Damadı Muallim Naci, bu gazetenin edebiyat sayfasını yönetiyor, dilde sadeliğe örnek şiirler yayınlıyordu:

          "Mintanın düğmesin çöz
           Sim tenin görsün bu göz
           Eskiden söylenir şu söz
           Çok naz âşık usandırır."

          1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra emekli oldu. Fakat bakanlar kurulu kararı ile üniversiteye felsefe, tarih ve din tarihi kürsüsüne profesör atandı. Ayrıca, Kız Öğretmen Okulu'nda tarih ve pedagoji okutuyordu.

          Tanzimat döneminin en popüler yazarıdır ve nesrin bütün türlerinde ve konularında yazılmış 200'den fazla eseri vardır. Kalemini, halkın eğitim ve öğretimine adamıştı. Romanda, hikâyede biçime önem vermiyor, romanın en heyecanlı yerinde olayların dışına çıkarak, halka bilgi vermek için, fizikokimya, astronomi, tarih üzerinde sayfalar dolduruyordu. "Sulfatoyu bile çocuğa, sekere bulayarak yedirirler. Halka da bilgiyi öyle vereceksin!" diyordu. Halk çocuğu idi, halk adamı oldu ve bütün hayatı boyunca halkı için çalıştı. Ahmet Mithat Efendi, tek başına Türk halkında okuma zevkini yaratabilmiş büyük bir idealisttir.

          Bağdat'ta bulunduğu yıllarda Mithat Paşa, kendisine; "Oğlum", demişti "Vatana en büyük hizmet, vatandaşları okutmaktır. Sen de bu yolda yürürsen, dünyada cismimi, ahirette ruhumu şad etmiş olursun!.. Yaşadıkça hocalık yapacaksın, öğreteceksin ve kalemi elinden bırakmayacaksın!"

          Ahmet Mithat Efendi, öyle yaptı ve 1912 yılında, son dersini ve son nefesini, Darüşşafaka Mektebi kürsüsünde verdi.




Ahmet Vefik Paşa

          Ahmet Vefik Paşa, 3 Temmuz1823'de İstanbul'da doğmuştur. Babası Hariciye Nezareti memurlarından Ruhittin Efendi'dir. Ahmet Vefik Paşa İstanbul'da 1831'de öğrenimine başlamış, fakat babasının görevi nedeniyle Paris'e yerleşmiş ve öğrenimini Saint-Louis lisesinde tamamlamıştır. Fransızcayı anadili gibi Paris'te öğrenmiştir. Bazı araştırmacılara göre İtalyan, Grek, Latin dillerini de okuyup anlayacak kadar iyi bilirdi.

          Türk milletinin büyük ve soylu bir millet olduğuna, zengin bir dil ve tarihe sahip bulunduğuna inanıyordu. "Etrak-i bî idrak" (akılsız Türk) sözünün aydınlar arasında itibar gördüğü o günlerde, Türkçe’nin zengin bir dil olduğunu ispatlamak için "Lehçe-i Osmanî"yi yazmış, Türk tarihinin zenginliğini ortaya koymak için de "Şecere-i Türk", "Tarih-î Hikmet", "Fezleke-î Tarih-î Osmanî" gibi eserler kaleme almış ve dilimize çevirmiştir. Öteki eserlerine döndüğümüz zaman, bambaşka bir kişilik ile karşılaşırız. Tiyatro aşkı... ve aratmayan, bazen aşan tiyatro eserleri adaptasyonları. Molier'den , çeviri ve adaptasyon olmak üzere 16 birbirinden güzel piyes, Ahmet Vefik Paşa'nın kaleminden Türkçeye kazandırılmıştır.

         1837 yılında İstanbul'a geri dönmüş ve tercüme odasında memuriyete başlamıştır. 1840'da Londra'ya gitmiş, burada elçilik katibi olarak görev yapmış ve İngilizceyi öğrenmiştir.1842 yılında sırasıyla Sırbistan, İzmir, Eflak ve Boğdan'da görev yapmıştır. İstanbul'a tekrar geri dönmüş, derecesi yükseltilerek tercüme odasında göreve başlamıştır. Kısa bir süre pasaport dairesinde müdürlük yapan Ahmet Vefik Paşa İzmir'e tabiyet işlerini çözümlemek için gönderilmiştir. 1851'de ilk defa kurulan ilim kurulu Encümeni Danişin üyeleri arasında yer almıştır. Aynı dönemde Tahran'da elçi olarak atanmıştır. Burada İran dili ve kökenini köklü bir şekilde öğrenmiştir. Elçilik binasına Türk bayrağını asarak, yeni bir geleneğin de başlatıcısı olmuştur. Ali Paşa'nın sadrazamlığında görevinden alınmıştır. 1855'de Mustafa Reşit Paşa sadrazam olunca Meclisi Valayı Ahkamı Adliye üyeliğine getirilmiştir. 1857'de Deavi Nazırlığına (Adalet Bakanlığı) getirilen Ahmet Vefik Paşa bu görevde kısa süre kalmış, tekrar Meclis Vala üyeliğine atanmıştır.

          1860 yılında Paris büyükelçisi, 1861 yılında Evkaf Nazırı olarak Bursa'ya gönderilmiştir. Halkın şikayetleri sonunda görevinden alınmış, 1871 yılına kadar resmi görevde bulunmamıştır. Kendini ilmî faaliyetlere yönlendirmiş, Türk tarihine ve edebiyatına yeni eserler ve tercümeler sunmuştur. 1872'de Sadaret Müsteşarı, aynı yıl Maarif Nazırlığı yapmıştır. 1873 yılında tekrar görevden alınmıştır. 1876'da Petersburg'da Funun ve Sanayi sergisine, Osmanlıyı temsilen katılmıştır. Kısa bir süre Edirne valiliği yapmıştır. 1878'de tekrar Maarif Nazırı olmuş, aynı yıl başvekil olarak üç ay görev yapmış, tekrar görevden alınmıştır. 1879-1882 yıllarında Bursa valiliği yapmış, tekrar başvekil olarak tayin edilmiş, bu görevi sadece üç gün sürmüştür. Görevden tekrar alınmıştır. Ölümüne kadar Rumelihisarı'ndaki evinde ilmî ve edebî çalışmalar yapmış, 1891 yılında İstanbul'da 68 yaşında vefat etmiştir.




Ahmed Yesevî

          Türk tasavvuf geleneğinin hareket noktası "Pîr-i Türkistan" Hoca Ahmed Yesevî, Güney Kazakistan'da Çimkent şehrine 7 km, bugün Türkistan adıyla tanınan Yesi şehrine 157 km uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüş ışığında, 1093 yılında doğduğu ortaya çıkar. Babası Sayram'ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana'dır. Halkın inanışı, İbrahim Şeyh'in soyunu Hz. Ali'nin oğullarından Muhammed el-Hanefî'ye çıkarır.

         Ahmed Yesevî, ilk öğrenimini yedi yaşında iken kaybettiği babası İbrahim Şeyh'ten alır. Babasının vefatından sonra ise, onun eğitimini menkıbelerin Hz. Peygamber'in talimatıyla bu iş için görevlendirildiğini söyledikleri Şeyh Arslan Baba üstlenir ve Ahmed Yesevî'nin manevî babası olur. Arslan Baba'dan tasavvufla ilgili ilk bilgileri alan Ahmed Yesevî, onun vefatından sonra yine onun önceden verdiği işarete uyarak dönemin ilim ve irfan merkezi olan Buhâra'ya gider.

         Ahmed Yesevî, muhtemelen 27 yaşlarında iken, Buhâra'da, devrin önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden olan Şeyh Yûsuf Hemedânî'nin öğrencisi ve müridi olur. Yûsuf Hemedânî, eğer deyim yerinde ise, "gezginci bir şeyh"tir. O, çoğunlukla Buhâra'da ikamet etmekle beraber Mevr, Semerkanî, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak halkı Allah yolunda hizmete çağırır, dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dînin özünün ve temel amacının, insanın ahlâkî açıdan olgunlaşması olduğunu söylerdi .

         İşte Ahmed Yesevî de hocası Yûsuf Hemedânî'den dinî ve tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek ve yaşayarak öğrenmiş ve öğrendiklerini de yalnız Türkistan'a değil, bütün Türk dünyasına güzel, sâde ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir. Nitekim o, şeyhi Yûsuf Hemedânî'nin vefatından sonra onun dergâhında halîfelik postuna oturmuş ve bir süre Buhâra'da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir. Daha sonra Yesî'ye dönen Ahmed Yesevî, vefat tarihi olan 1156 yılına kadar burayı merkez edinmiştir.

         Yesî, artık Hoca Ahmed Yesevî'nin görüşleri ve eğitimiyle aydınlanan hareketli bir kent haline gelmiştir. Çünkü Türkistan'ın hemen hemen her yerinden öğrenci gelmiş ve Hoca Ahmed Yesevî'nin irşad halkasına girmişlerdir. Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayan genç-yaşlı Yesevi müritleri, Türkistan'dan Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında Hoca Ahmed Yesevî'nin saf ve sâde Türkçe ile söylenmiş "hikmet"lerini terennüm ettiler ve eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyet'le uzlaştırmaya çalışan ve dolayısıyla kitabî dinin emirlerini tam olarak yerime getiremeyen henüz müslüman olmuş insanlara İslâm'ın sıcak, samimî, hoşgörü, tanrı ve insan sevgisine dayalı gerçek güzel yüzünü tanıttılar. Böylece Hoca Ahmed Yesevî'nin dînin özünü tam olarak yakalamış aydınlık görüşleri, çok kısa sürede , bütün Türk illerine yayıldı.

         Hoca Ahmed Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun bozkırlarda at koşturan yan göçebe insanlar olduklarını; kadın-erkek, yaşlı genç hareketli ve kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadeleli bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Bu insanlara o, kılı kırk yaran fıkıh kuralları içinde ve Arap Acem kültür çevresinin etkileriyle boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimî ve sarsılmaz bir îman anlayışım telkîn eden dinî ve ahlakî kuralları Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde; kendi dilleriyle ve onların seviyelerine uygun bir üslûpla sunmanın başarısının temeli olacağımı görmüştür. Onun için de Türk boylarının halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında, dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı, yine Kur'an'dan aldığı ilhamla öğretti.




Akşemseddin

          Asıl adı Mehmed Şemseddin'dir. Fatih devri mutasavvıf ve din alimlerinden olan Akşemseddin, 1389 yılında Şam’da doğdu. Küçük yaşta babası Şeyh Hamza ile birlikte Anadolu'ya geçerek Göynük'e yerleşti. Burada medrese tahsili gördü, müderris oldu. Özellikle hekimlik alanında derin bir bilgi sahibi idi. Çeşitli hastalıkları tedavi ediyor, özellikle ruh hastalıklarının tedavisinde başarı gösteriyordu. Bunun için kendisine Tabîb'ül-ervah yani ruhların doktoru deniyordu. Daha sonra tasavvuf yoluna girerek Hacı Bayram-ı Velî'ye intisap etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin ölümünden sonra, onun halifesi oldu.

          Akşemseddin daha sonra Edirne'ye geçti. Edirne sarayında bulunan Osmanlı padişahı II.Murad, bu genç, âşk dolusu, her bilgide üstün, olgun sofîyi ziyaret eder ve oğlu şehzade Mehmed'in eğitim ve öğretimini üzerine almasını rica eder. Akşemseddin bu teklifi reddetmez. Yıllarca ona bilgi aşılar. Şehzade Fatih, padişah olunca da yanından ayrılmaz, Onun en yakın hocası ve danışmanı olarak görevini sürdürür.

          Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'u kuşattığı zaman bilgisine olduğu kadar şahsına da büyük değer verdiği ak sakallı âlim Akşemseddin de beraberinde bulunuyordu. Âyet-i kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret-i Eyyûb el-Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak istemişti.

          Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazret-i Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi. Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de “uğurlu kişi” olarak bu sefere memur etmişti. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmişti.

          İslâm tarihinin verdiği bilgi bundan ibaret kalıyordu. Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazret-i Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu biliyordu. Bundan sonrasını, XVII. yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde şöyle nakletmektedir:

          “Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin:

          “Beyim, Alemdâr-ı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l-Ensârî bu mahalde meftundur, diyerek bir hıyâban-ı orman içine girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı, diye târizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmed Han'a hitâben:

          – Hünkârum, hikmet-i Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler! diye konuştu.

          Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile, “Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb-ül Ensarî” diye yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazret-i Eyyûb'un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıktı. Sağ elinde tunç bir mühür vardı. Taş tekrar yerine kapatıldı, üzeri örtüldü...

          İşte asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunmuştu. Sonra bu kabre, şaheser bir türbe yapıldı. İstanbul kuşatmasının ellinci gününden sonra büyük bir Haçlı ordusu ile donanmasının Bizans’a yardıma yetişmekte olduğu haberi askerin morali üzerinde olumsuz bir tesir yapmaya başlamıştı. İşte o zaman ortaya çıkan ak sakallı Akşemseddin, orduya hitâben tarihi konuşmasını yaparak mânevi gücü tekrar yerine getirmesini bilmişti:

          “Ey asker... Biliniz ki, bu fetih, Cenâb-ı Hak katında size ve Sultan Mehmed Han'a takdir kılınmıştır. Kim ki bundan şüphe eder, imândan sapıtmış olur...”

          Hazret-i Eyyûb'un kabrini keşfettikten sonra mânevi değeri asker nazarında pek büyümüş olan Akşemseddin'in bu sözlerine, herkes imânı ile inanmış ve üç gün sonra tarihin en büyük zaferine ulaşmasını bilmişti. Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister. Akşemseddin bu teklifi:

          "Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin. Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır..." diyerek şiddetle reddetmiştir. Artık kendi görevinin de bittiğine inanmıştır. Padişahtan Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister. Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür. Hocasını Göynük'e uğurlar. Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalan Akşemseddin, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.

          Ömrünün son altı yılını Göynük’te zikir, ibâdet ve fakir hastaları tedavi ile uğraşarak geçirdi. 1459 yılında Göynük'te vefat etti. Akşemseddin'in, bugün İstanbul Feyzullah Efendi Kütüphanesi'nde bulunan Hayatın Maddesi ve Tıp adında, Türkçe, elyazması iki büyük cilt eseri vardır. Ayrıca Hall-i Müşkilât, ve Makâmât-ı Evliyâ gibi eserleri bilim dünyasınca tanınmaktadır. Herhalde onun en büyük eseri, Fatih Sultan Mehmed gibi büyük bir devlet adamını yetiştirmiş olmasıdır.




Âlemgîr Şah (Evrengzib)

          Bâbür İmparatorluğu hükümdarı, Şah Cihan’ın Mümtaz Mahal’den doğan üçüncü oğlu. 1618’de Malva Duhad’da doğdu. Muhyiddîn Muhammed Birinci Âlemgîr Şah olarak da bilinir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Mâsum Fârûkî’nin terbiyesinde yetişti. İyi bir tahsil gördü. Din ve fen ilimlerinde ilerledi. Askerlik ve idârecilikte ustalaştı. Dekken vâliliği esnâsında (1634-1644) idâresinin ve ahlâkının güzelliği ile kendisini halka ve çevresine sevdirdi. Safevîlere karşı yapılan seferlere komutan olarak katıldı ve başarılı savaşlar yaptı (1646-1647). İkinci defâ Dekken vâliliğine tâyin edildi (1654). Yaklaşık dört sene bu vazîfede kalıp başarılı hizmetlerde bulundu. Şah Cihan, daha çok Hindulara yakınlığı ile tanınan oğlu Dara Şükuh’u veliaht tâyin etmişti. 1657 yılında Şah Cihan’ın ciddî bir şekilde rahatsızlanması Evrengzib ile Dara Şükuh’u taht mücâdelesinde karşı karşıya getirdi. Evrengzib, ağabeyi Dara Şükuh’u, Samugarh’da kesin bir mağlûbiyete uğrattı. Bu arada rahatsızlığı geçen babası Şah Cihan’ı da Agra’daki sarayında göz hapsine aldı. İki sene süren iktidar mücâdelesini 1659 da bitirerek hâkimiyeti sağladı. Muhyiddîn Birinci Âlemgîr unvânıyla tahta çıktı.

          Âlemgîr Şah, tahta geçtikten kısa bir müddet sonra memlekette sulh ve sükûnu sağladı. Müslim ve gayrimüslim herkesin, huzur içinde yaşamasını temin etti. Zulüm ve kötülüklere, bid’at ve sapıklıklara son verdi. Ayak altına düşme ihtimâlini göz önüne alarak, paralardaki Kelime-i şehâdet yazılarını kaldırdı. Ateşe tapan Mecûsilerin dînî bayramı olan Nevrûz (21 Mart) ve Mihrican günlerinin resmî bayram olarak kutlanmasını yasakladı. Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarının memleketin her tarafında tatbikinin kontrolü için, Molla İvaz Vecih isimli âlimi vazîfelendirip emrine müfettişler verdi. Molla İvaz’ın emirlerine aynen kendi emirleri gibi itâat edilmesini, memleketin her köşesindeki idârî âmirlere fermanlarla bildirdi. İslâmiyet'in emretmediği seksen çeşit vergiyi halktan kaldırdı. Müslüman ve kâfir herkesin gönlünü aldı. Bu uygulamalardan sonra hazîne zayıflaması gerekirken, zenginleşti.

          Agra başta olmak üzere ülkenin her yerinde imâret vazîfesini gören bulgurhâneler açtırdı. Yolcu ve misâfirler için han ve kervansaraylar yaptırdı. İlim ve ilim ehline çok kıymet verip, talebelerin ve müderrislerin vazîfelerini râhat yapmaları için maaş verdi. İlmî yayın faaliyetlerini teşvik ederek eser takdim eden âlimleri mükâfatlandırdı. Din ve fen ilimlerinin herkes tarafından öğrenilmesine büyük gayret sarf etti.

          Âlemgîr Şah, memleketin ileri gelen ulemâsından meydana getirdiği kalabalık bir heyete her türlü imkânları verip büyük bir kütüphâne kurarak Fetâvâ-yı Âlemgiriyye ve Fetâvâ-yı Hindiyye adları verilen kânun kitabını ve devletin anayasasını, Hanefî mezhebi hükümlerine göre hazırlattı. Bu hükümler, yetişen âdil kâdılar tarafından memleketin her tarafında tatbik edildi. Daha sonra aynı şey Mecelle ile Osmanlı Devleti'nde de yapıldı. Âlemgîr Şah'ın âdil idâresine hayran kalan Hindûlar, böyle bir sultanın dînine girmek için âdetâ yarışıyorlardı. Böylece binlerce Hindunun bâtıl dinlerini bırakıp hak din olan İslâmiyet'i seçmelerine sebep oldu.

          Âlemgîr’in ilk fetihleri Hind-Pakistan Yarımadası'nın doğu ucunda cereyân etti. Kuç-Bihar ve Assam’ın Hindû idârecileri, taht mücâdelesi sırasında devletin zayıf durumundan faydalanarak buraları istilâ etmişlerdi. Âlemgîr buraları geri aldı. Şah Cihan zamânından beri Müslümanların alâkasını cezbeden Bengal topraklarını fethetti. Bu zengin memleketin gelirleri daha sonra Âlemgîr Şah’ın ordularının ana mâlî kaynağı oldu.

          Bugün Bangladeş olarak bilinen bölgenin dünyâya açılması ve iskânı da büyük ölçüde Âlemgîr Şah tarafından gerçekleştirildi. Daha önceleri bölge kapalı bir hayat sürmekteydi. Dışardan gelen tesirler kendilerini ancak büyük yerleşim merkezleri ve zengin manastırlarda gösterebiliyordu. Hindûlar ve Hıristiyanlar, Doğu Bengal insanının şahsı ve dili ile alay ediyorlardı. Diğer insanların kötülükleri, Müslümanların bölgedeki çalışmasını kolaylaştırdı. İslâm medeniyetini Doğu Bengal’e yerleştirerek ülkenin çehresini değiştirdiler.

          Bu sırada Batıda Peşâver civârında oturan Afgan kabilesi Yusufzâîlerin lideri Baku başkaldırdı. Âlemgîr’in komutanlarını mağlûp etti. Âlemgîr, bizzat müdâhale edinceye kadar da mücâdelesini devâm ettirdi. Ancak Âlemgîr’in uzun iktidârı boyunca tâkip ettiği usta siyâset, Afganlılarla münâsebetlerinin iyiye dönüşmesini temin etti. 1675’lerde ortaya çıkan Sih isyanlarını bastırdı. Evrengzib döneminde Safevîlerle olan dostluk devâm ettirildi. Mekke şerifine elçiler yollanarak büyük maddî yardımda bulunuldu. Osmanlı Gürgâniyye münâsebetleri ileri bir safhaya ulaştı. İkinci Süleymân Han zamânında Hindistan elçiliği ile Bâbür ülkesine gelen Ahmed Ağa büyük bir merâsimle karşılandı ve Anadolu’nun temsilcisi olarak kabul edildi (1690). Batılı devletlerden İtalya, Fransa ve İngiltere ile temaslarda bulunuldu.

          Bâbür İmparatorluğu'nu yönetmeye başladığı ilk günden îtibâren, Allah-u Teâlâ'nın rızâsı için çalışmayı elden bırakmayan Âlemgîr Şah, vefât edeceği zaman bile, Marata denilen isyânkâr Hindûlarla savaşıyordu. 3 Mart 1707 târihinde Bombay’ın kuzey doğusuna düşen Evrengâbâd yakınlarında, Ahmednagar’da vefât etti ve Huldâbâd (Ravza) denilen yerde defnedildi. Âlemgîr Şah'ın dört oğlu, üç kızı vardı.

          Târihlerde Âlemgîr Şah'ın en müşahhas özelliklerinin, eksiksiz bir cesâret ile gâyesine erişmekte gösterdiği azim ve sebat olduğu yazılmıştır. Askerî harekâtları, cesâretinin seviyesini yeteri kadar ortaya koymaktadır. Düşmanlarını saf dışı etme veyâ kendine bağlamada gösterdiği mahâret onun diplomasi ve devlet adamlığındaki ihtisâsını göstermiştir. Çok iyi bir hâfızaya sâhip olan Âlemgîr, aynı zamanda yorulmaz bir liderdi. İktidârı zamânında kendisiyle görüşebilme fırsatını bulan İtalyan doktor Gemalli Careri, Âlemgîr’in kendisine yapılan mürâcaatları tek tek okuduğunu, bunları cevapladığını ve bu işten büyük haz duyduğunu kaydetmiştir.

          Devletinin bütün ihtişamına karşılık Âlemgîr’in sâde bir hayâtı vardı. Giyim-kuşamı, yeme-içmesi ve diğer her türlü faâliyeti sâdelik sınırlarını geçmezdi. Çok düzenli bir hayâtı vardı. Doksan yaşında vefât ettiğinde, işitme hâriç bedenî faaliyetlerinde hiçbir bozukluk yoktu.

          Okumayı çok severdi, bu sevgisini vefâtına kadar devâm ettirdi. Kendisi de yazardı. Fârisî nesirleri çok beğenilmektedir. Mektuplarını ihtivâ eden, Ruk’at-i Âlemgîrî kitabı, uzun zaman, basit fakat güzel nesir yazma umûmi ders kitabı olarak kaldı. Şiir söylemede de kâbiliyetliydi. Hemen hemen bütün Hint-İslâm liderlerine ağır bir dille saldıran Will Durant, Âlemgîr Şah için şu îtirâfı yapmaktan kendini alıkoyamamıştır: “Suç ve suçlunun üzerine gitmede hemen hiç cezâi metodlar kullanmadı. Dîni tarafından yasaklanan bütün yiyecek, içecek ve şatafattan uzak durdu.”

          Tasavvufta Muhammed Mâsum-i Fârûkî gibi bir zâta talebe ve halîfe olmakla şereflenen bu büyük hükümdâr, İslâm hukûkuna büyük hizmet etmiş, hadis ilminde pek kıymetli bir eser kaleme almış, aynı eseri şerh ettikten sonra yine kendisi Farsça'ya çevirmişti. Ayrıca belâgat yönü çok üstündü. Bu sebeple, belâgat şâheserleri denilebilecek pek kıymetli risâleler de kaleme almıştır.




Ali Kuşçu

          Türk Dünyası'nın en büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, 15. Yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed ünlü Türk sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla tanındı. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomi’ye ilgi duyan Ali Kuşçu devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muinüddin Kaşi’den matematik ve astronomi dersleri aldı. Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hallü Eşkali Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrid adlı eserini yazdı.

          Daha sonra tekrar Semerkant’a dönen Ali Kuşçu, Kadızadei Rumi’nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesine müdür olarak atandı. Ancak Uluğ Bey’in 1449’da öldürülmesi üzerine Semerkant medresesi ve rasathanesindeki çalışmalarına son vererek Tebriz’e gitti. Bir süre sonra da Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a Fatih Sultan Mehmet’e gitti.

          Ali Kuşçu bu elçilik görevini tamamladıktan sonra Fatih’in ricası üzerine tekrar İstanbul’a dönerek Osmanlı Devleti hizmetine girdi. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla İstanbul medreselerinde Astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu. Burada Matematik ve Astronomi alanında Risale Fi’l-Hey’e (Astronomi Risalesi), Risale Fi’l-Hesap Matematik Risalesi), Risale Fi’l-Fethiye (Fetih Risalesi) ve Risale Fi’l-Muhammediye (Cebir ve hesap üzerine) başta olmak üzere çok sayıda eser yazan Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti.




Ali Şir Nevai

          1441'de Herat'ta doğdu. Babası Timur'un meliklerinden Sultan Ebu Said'in veziri Kiçkine Bahşi idi. Ali Şir Nevai'nin ilk eğitimini babası verdi. Daha sonraki eğitimine Horasan ve Semerkant'ta devam etti. Sultan Hüseyin Baykara ile okul arkadaşı idi. Hatta okurken aralarında kim devlet idaresine geçerse diğerini unutmamak üzere sözleşmişlerdi. Sultan Hüseyin Baykara, Herat'ta yönetimin başına geçince sözleştikleri gibi Ali Şir Nevai'yi aradı. Onun Semerkant'ta olduğunu öğrendi ve Maveraünnehir Meliki Ahmet Mirza'ya bir mektup yazarak Ali Şir Nevai'yi kendisine göndermesini istedi. Ali Şir Nevai, Ahmet Mirza'nin adamları tarafından Herat'a götürüldü. Sultan Baykara onu önce mühürdar yaptı daha sonra vezirlik görevine tayin etti. Görevi sırasında bol bol kitap okumak, ilim çevreleriyle sohbet etmek ve araştırma yapmak imkanı bulan Ali Şir Nevai, bir süre sonra yaptığı işten sıkılmaya başladı. İstifasını Hüseyin Baykara'ya sunduysa da kabul edilmedi. Aksine Esterabad Valiliği'ne tayin edildi. Ali Şir Nevai, valilik görevinde fazla durmadı ve 1490 yılında ayrıldı. Valilik görevinden ayrıldıktan sonra bilim ve sanat konularında yoğunlaşan Ali Şir Nevai, 1501 yılında doğduğu şehir olan Herat'ta vefat etti.

          Şiirlerini Türkçe ve Farsça yazan Ali Şir Nevai, Arapça'yı da çok iyi öğrenmişti. Meşhur ilim adamlarından Molla Cami, onun şiir arkadaşlarındandır. Kaşgarlı Mahmut'tan sonra Türk diline en büyük hizmet eden kişi olarak tanınan Ali Şir Nevai, Muhakemet-ül Lügateyn adlı kitabında Türkçe ile Farsça'yı karşılaştırarak pek çok yerde Türkçe’nin üstünlüğünü savunmuştur. Nevai, bu kitabını Türkçe’yi bırakarak eserlerini Farsça verenlere ithafen yazmıştır. Ali Şir Nevai, Türkçe yazdığı şiirlerinde Nevai, Farsça yazdığı şiirlerinde ise Fani mahlaslarını kullanmıştır. Ali Şir Nevai'nin dördü Türkçe, biri de Farsça olmak üzere beş ayrı divanı vardır. Türkçe divanlarının genel adı Hazain-ül Maani'dir. Türkçe divanlarını, Garaibü’s-Sağir, Nevadir-üş Şebab, Bedayi-ül Vasat ve Fevaidü’l- Kiber adları altında yazmıştır. Beş mesnevisinden meydana gelen Hamse'si ile Türk edebiyatında ilk hamse yazan Ali Şir Nevai’nin divanlarından hariç 18 ayrı eseri daha vardır. Sırasıyla şunlardır: "Hayret-ül Ebrar, Ferhat ve Şirin, Leyla ve Seb'a-i Seyyarem, Sedd-i İskender, Lisanü't-tayr, Muhakemet-ül Lügateyn, Mecalis-ün Nefais, Mizanül Evzan, Nesaim-ül Mehabbe, Nazm-ül Cevahir, Hamset-ül Mütehayyirin, Tuhfet-ül Mülük, Münşeat, Sirac-ül Müslimin, Tarih-ül Enbiya, Mahbub-ul Kulub Fil Ahlak, Seyf-ül Hadi ve Rekabet-ül Münadi."




Alp Tegin

          Gazneliler Devleti'ni ilk defa kurmuş olan kimsedir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Alp Tegin, Samanoğulları (Sâmânîler) devletinin hassa ordusundan yetişmiş, önce bu orduya komutan olmuştur. Abdülmelik tarafından 955’te Horasan Valisi tayin edilmişti. Bu hükümdarın ölümünden sonra yerine geçen Nuhoğlu Mansur’un hükümdarlığına Alp Tegin taraftar değildi. Bundan dolayı Mansur Alp Tegin’den çekinerek onu Horasan Valiliği'nden azletti.

         Alp Tegin, 962 yılında Mansur’a isyan ederek dört bin Türk askeriyle Gazne şehrini almış ve orada egemenliğini sürdürmeye başlamıştır. Mansur tarafından kendisini yok etmek üzere gönderilen orduyu da yenmiş bunun üzerine Mansur Alp Tegin ile bir antlaşma yapmak durumunda kalmıştı Alp Tegin’in yerine geçen oğlu, Sâmânîlerin tâbii olarak kaldı. Gazneliler Devleti'nin ikinci kurucusu sayılan Sebük Tegin de Alp Tegin’in kölelerindendir. Alp Tegin 963 yılında öldü.



Alparslan

          1030 yılında doğan Alparslan, Çağrı Bey’in oğlu ve Tuğrul Bey’in yeğenidir. Gazne hükümdarı Mevdut’a karşı 1044’te kazandığı büyük zafer kazandığı savaşta dikkat çekti. Çağrı Bey ona 1058’de Belh, Toharistan, Tirmiz, Kobadiyan, Vahş ve Valvalic gibi şehirleri bırakarak devlet yönetimine hazırladı. 1059 yılında Gaznelilerle yapılan anlaşma sonrasında 1060’ta Çağrı Bey’in ölümü üzerine Alparslan Horasan Selçuklu Devleti’nin başına geçti. 1063’te Tuğrul Bey’in ölümü üzerine vasiyeti doğrultusunda yeğeni ve üvey oğlu Süleyman, Vezir Amidül Mülk Kündüri tarafından tahta çıkarıldı ancak Selçuklu Beyleri Alparslan’dan yana tavır koydu. Bu arada Kutalmış’ın payitaht Rey hücumu üzerine Vezir Kündüri, Horasan Selçuklu Hükümdarı Alparslan’ı Rey’e çağırarak Selçuklu tahtını ona devretti. Daha sonraki muharebede Alparslan Kutalmış’ı mağlup ederek Rey’e girdi ve 27 Nisan 1064’te tahta çıktı. Kündüri’nin yerine de Nizamülmülk’ü vezir tayin etti.

          Dağınık Selçuklu beylerini disiplin altına alan Alparslan zamanın halifesine kendi adına bütün camilerde hutbe okunmasını emretti. Alparslan’ın sultanlığıyla doğu ve batı Selçukluları tek bir çatı altında birleşti. İlk olarak Ermenistan ve Gürcistan civarında fetihler yapan Alparslan daha sonra Bizans’ın en sağlam hudut şehri olan Ani’yi kuşattı. Ani’nin son derece sağlam surları boyunca ağaçtan burçlar yaptırarak mancınık ve okçularla Ani’ye hücum etti. Uzun süren kuşatmadan sonra Ani, 1064 yılı içinde fethedildi. Alparslan aynı yıl doğuda Tiflis’e kadar fetihler yaparken kumandanları da Anadolu’da çeşitli fetihler gerçekleştirdi. Özellikle Afşin Bey, Bizans’a karşı Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde önemli başarılar elde etti. 1067’de Malatya’da Bizans ordusunu yenen Afşin Bey Kayseri’ye kadar ilerledi. Bizans’ın başına geçen Romanus Diogenes Selçuklu akınlarına son vermek için 1068’de harekete geçti. Ancak Afşin Bey’in çevik manevraları üzerine sonuç alamadan İstanbul’a döndü. Selçuklu akınlarının sürmesi ve görevlendirdiği kumandanların bozguna uğraması üzerine Diogenes 1069’da tekrar ordusunun başına geçti. 1069 ve 1070 yılları Diogenes ile Türk akıncı beylerinin vur kaçlarıyla geçti.

          Alparslan 1071’de Azerbaycan’dan Bizans ülkesine girerek Malazgirt’i kuşattı ve Ani’den sonra Bizans’ın en güçlü sınır şehri olan Malazgirt de düştü. Buradan güneye ilerleyen ve Halep’i alan Alparslan Bizans İmparatorunun taarruza geçtiğini öğrenince 27 Nisan 1071’de harekete geçti. Fakat Fırat’ı geçerken ordusu büyük kayıplar verdi. Bunun üzerine Azerbaycan’a dönüp Hoy şehrini merkez yaparak hazırladığı 40 bin kişilik ordusu ile Ahlat’a doğru yola çıktı. Bizans’ın 200 bin kişilik ordusu Rum, Rus, Hazar, Uz, Peçenek, Ermeni, Gürcü ve Franklardan oluşuyordu. Ancak savaş başladıktan iki saat sonra Bizans ordusundaki Peçenek ve Uz Türkleri Selçuklu saflarına katıldı. 26 Ağustos 1071 Cuma günü öğleden sonra başlayan savaş, akşama doğru bitti. Bizans ordusu 1’e karşı 4 oranındaki büyük sayısal üstünlüğüne karşın ağır bir yenilgi aldı. Tarihte ilk kez bir Bizans İmparatoru Müslümanlara esir düştü. Malazgirt Zaferi daha sonra Selçuklu Türk beylerinin Anadolu’da girişeceği fetihlerin anahtarı olurken, Sultan Alparslan Rey ve Hemedan’a geri döndü. Alparslan Batıni fırka mensubu Yusuf el-Harezmi’yi ortadan kaldırmak için Yeni Buhara yakınlarındaki Hana Kalesi’ne bir sefer yaptı. Fazla dayanamayacağını anlayan Yusuf, Alparslan’a teslim olacağını bildirdi. Yusuf El-Harezmi’yi huzuruna getirten Alparslan, burada Yusuf El-Harezmi’nin ani bir hançer darbesi ile ağır yaralandı. Aldığı yara yüzünden 4 gün sonra 25 Kasım 1072’de 42 yaşında iken vefat eden Alparslan’ın naaş'ı Merv’e götürülerek babası Çağrı Bey’in yanına defnedildi.



Alparslan Türkeş

          Alparslan Türkeş 25 Kasım 1917‘de Lefkoşe’de doğmuştur. Babası Ahmet Hamdi Efendi, annesi Fatımatül Zehra Hanım’dır. Alparslan Türkeş; aslen Kayserilidir. Büyük dedesi Arif Ağa, Kayseri’den Kıbrıs’a göç etmiş ve buraya yerleşmiştir. İlk ve orta eğitimini Lefkoşe’de tamamlamıştır. O yıllarda İngiliz işgal idaresi altında bulunan Kıbrıs’tan ailece Türkiye’ye göç etmişler ve İstanbul’a yerleşmişlerdir.


Kuleli’den Harp Okulu’na

           Askerlik mesleğine büyük sevgisi olan Alparslan Türkeş 1933 yılında Kuleli Askeri Lisesi’ne girmiş başarı göstererek, 1939 yılında bu liseden mezun olmuş ve Harp Okulu’na geçmiştir. 1939‘da Harp Okulu’ndan mezun olarak orduya katılmıştır. Orduda muntazaman terfi etmiş ve harp akademisi imtihanını kazanarak akademiye geçmiştir. Başarılı bir eğitim dönemi sonrasında kurmay subay olarak mezun olmuştur.


Evlilikleri

           1940 yılında Isparta'da Muzaffer Hanım’la evlenirler. Ayzit, Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adlı çocukları dünyaya gelir. Muzaffer Hanım 1974 yılında vefat eder. Alparslan Türkeş 1976 yılında Sevâl Hanım'la ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adlı iki çocuğu olmuştur.


Yurtdışı Görevleri

           1948 yılında Genel Kurmay tarafından açılan imtihanları kazanmış ve bütün eğitim dönemindeki başarıları da göz önüne alınarak Amerika’ya tahsile gönderilmiştir. Amerika’da piyade okulu ve Amerikan Harp Akademi’sinde tahsil görmüş buralardan da iyi dereceler ile mezun olmuştur. 1955‘de kurmay binbaşı olan Alparslan Türkeş Washington’da bulunan daimi grup nezdinde Türk Genelkurmayı’nın Temsil Heyeti üyeliğine tayin edilmiştir. 1957 yılının sonuna kadar vazifesini sürdürmüştür. Bu süre içerisinde University of America (Amerika Üniversitesi)‘ya devam etmiş, International Economics tahsili görmüştür. Daha sonra yurda dönen Alparslan Türkeş, 1959‘da Almanya’ya Atom ve Nükleer Okulu’na gönderilmiş, bu okulu da başarı ile bitirmiştir. İyi derecede Fransızca ve İngilizce bilen Alparslan Türkeş, 27 Mayıs 1960 yılına kadar Avrupa’da muhtelif Nato toplantılarında ve askeri mevzularda Türk Genel Kurmay Başkanlığı’nın temsilcisi olarak bulunmuştur.

           Alparslan Türkeş 4 Nisan 1997 tarihinde vefat etmiştir, kabri Ankara Beşevler’dedir.


Âşık Veysel

          Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde 1894 yılında doğdu. Babası, toprakla uğraşan bir rençber. Anası, yaman bir kadın!.. Ne yaman olduğunu, Aşığın hayatını öğrenirken göreceğiz... Veysel, âşıkların harman olduğu bölgede doğdu, yaşadı. Çağdaşı Âşık İzzet ve Talibi de Şarkışlalı'dır. Hayat hikâyesini onun ağzından öğrenen yakın dostu Ümit Yaşar Oğuzcan'dan dinleyelim:

          Anası Gülizar, bir güz günü, köy dolaylarındaki Ayıpmar merasına koyun sağmaya gittiğinde, oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i... Göbeğini de kendi eli ile kesmiş, yaman kadınmış Gülizar Ana, bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye gelmiş... Babası Ahmet, bebeğin adını Veysel koymuş.

          Yıllar geçmiş aradan, büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk, böylece yedi yaşına varmış. O yıl, bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünden "çiçeğin beyi" çıkmış, kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle... Babasına: "Çocuğu, Akdağmadeni'ne götür, orada bu gözü açacak bir doktor var" demişler, sevinmiş Ahmet Emmi...

          Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in... Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince, babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermesin mi? Göz de akıp gitmiş böylece... Veysel'in, Muharrem adında bir ağabeyi, Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler. Veysel'in kötü kaderine...

          Babası, meraklı adammış... Halk ozanlarının şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri, saz şairleri ile Onlar da arasıra gelip Ahmet Emmi'nin uğrarlarmış. Veysel, ilgi ile dinlermiş çalıp söylediklerini. Babası oğlunun hevesini görünce bir saz alıp vermiş ona. ilk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamsıhlı Ali Ağa'dan almış... Ve gitgide kendini iyice saza vermiş Veysel... Ünlü halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman...

          Yirmi beş yaşındayken, (1919) anası-babası (Veyseli Esma adında bir kızla evlendirmişler ve kısa bir süre sonra ikisi de göç etmiş bu dünyadan (1921)... Acı üstüne acı gelmiş ama, bitmemiş talihin kötü oyunu, ikinci çocuğu 10 günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardın da karısı, yanaşmalarıyla evden kaçmış. Bu olay, çok koymuş Veysel'e... Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karısı, koyup gittiğinde, bir kızı varmış Veysel'in, daha bir yaşını bile bitirmemiş. İki yıl boyunca kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış.

          Bu sıralar, Veysel'i yeniden evermişler. Şimdiki karısı, yedi çocuk vermiş Aşığa... Biri ölmüş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ... Onlar da 18 torun vermişler Veysel'e.

          Âşık Veysel, cumhuriyetin 10. yıl dönümüne rastlayan 1933 yılına kadar başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda tanınmış şairlerimizden Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğu ile Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri, Gazi Mustafa Kemal Paşa için söylediği. "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi" mısra ile başlayan şiirdir. Bundan sonra, bütün yazdıklarını çalıp söyler olmuş...

          Veysel, 1933 yılma kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde, bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle, kasabalarını köylerini tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karacaoğlan'ı, Yunus'u, Emrah'ı, Dertli'yi sever. Çağımız ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardır Veysel'de. Onun aracılığı ile bir süre köy enstitülerinde saz öğretmenliği de yapmış. Sırasıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar köy enstitülerinde bulunmuş.

          1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Âşık Veysel'e, 1965 yılında T.B.M.M. tarafından "Anadilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinde aylık bağlamıştır.

          Âşık Veysel, Sivrialan köyündeki bahçesinde ilk ağaç eken, fidan yetiştiren köylüdür. Âşıkların harman olduğu bölgesinde, hepsinden ayrı hepsinden özlü bir sesle sazına yumulmuş ve ölünceye kadar birbirinden güzel ve üstün şiirleri vermiştir:

          Güzelliğin on par-etmez
          Bu bendeki aşk olmasa.
          Eğlenecek yer bulamam
          Gönlündeki köşk olmasa

          Kim okurdu, kim yazardı.
          Bu düğümü kim çözerdi.
          Koyun kurt ile gezerdi.
          Fikir başka başka-olmasa.


          Şiirlerinde aşk, ölüm ve toplum temalarını işledi. Samimiyeti fikirle bağdaştırmasını bilmiş seyrek saz şairlerinden biridir. Şiirlerinde, bir yandan Yunus'un, bir yandan Karacaoğlan'ın gölgeleri fark edilir. 1973'te köyünde öldü.

          Dost, dost diye nicesine sarıldım
          Benim sadık yârim kara topraktır.
          Beyhude dolandım, boşa yoruldum
          Benim sadık yârim kara topraktır.

          Karnın yardım kazma ilen bel ilen
          Yüzün yırttım, tırnağınan el ilen
          Yine beni karşıladı gül ilen
          Benim sadık yarim kara topraktır.




Attilâ

          Avrupa Hun İmparatoru'dur. 395 yılında doğdu. Avrupa Hun İmparatorluğu'nun kurucularından Muncuk'un oğludur. 434 yılında kardeşi Bleda ile birlikte İmparatorluğun başına geçti. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu. 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti. Orleans'ı kuşattı. Kuzey İtalya'yı silindir gibi ezip geçti. Avrupa'yı titreten bir cihangir oldu. 453 yılında öldü.

          Tıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi. Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri oldu. Gençliğini barış için rehin olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti. Latince'yi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı.

          Attilâ önce Doğu Roma'yı hedef aldı. Bizans üzerine yürüdü. Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı. Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti. Balkanlardan Mora'ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar. Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III. Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ'yı öldürtmeye teşebbüs etti. Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. İmparator bu kez kendi emriyle suikastı hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ'ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı. Bu arada III. Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ'ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğu'nun yarısının verilmesini istedi. III. Valentinianus, Avrupa Hun İmparatoru'nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı. Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans'ı kapladı. Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı,

         Attilâ'nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti. İki cephede birden savaşmak istemiyordu. Doğu Roma'yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma'ya yürüdü. Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu'nu. Roma'ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III. Leon, bizzat Attilâ'nın karargâhına giderek Roma'yı çiğnememesi için ricada bulundu. Hattâ bunun için kendisine yalvardı. Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladı. Sekiz yıl içinde bütün Avrupa'da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti. Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis...

          Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı. Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanır. Attilâ'nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek'in anası olan Arıkan'dan başka bir kaç kadın daha almıştı.

          453 yılında Avrupa Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi. Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi. Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa'yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu. Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu. Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı. Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı. Cesedi altın bir tabuta konulmuştu. Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmişti. Attilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi. Bunu, böyle vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü. Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi. Sular başka tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı. Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu. Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez...

"BEN VE MİLLETİM TANRI'NIN KIRBACIYIZ.
  TANRI KENDİ YOLUNDAN ÇIKANLARI CEZALANDIRMAK İÇİN BİZİ GÖNDERİR."
 
 
  90632 ziyaretçi  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol