TÜRK İSLAM TARİHİ VE İSLAMİYET HAKKINDA HER ŞEY
  O,Ö
 



Oğuz Han (Mete)

          Doğum tarihi tespit edilememiştir. İlk Büyük Hun İmparatorluğu hükümdarı Teoman’ın oğludur. Teoman’ın başka bir karısından ve Oğuz Han’dan yaşça küçük bir oğlunun annesi, kendi oğlunu tahta geçirmek için çareler aradı ve sonunda Teoman’ı kandırarak Oğuz Han’ı güney-batı komşuları olan Kuşanlara rehin yollattı. O dönemdeki hukuk anlayışına göre, rehin, barış teminatı demekti. Oğuz Han’ın üvey annesi, oğlunun tahta geçmesini garantilemek için, Teoman’ı bir kere daha kandırarak Kuşanlara savaş açtırdı. Anlaşma bozulduğundan, Oğuz Han’ın Kuşanlar tarafından öldürülmesi gerekiyordu. Fakat Oğuz Han, süratle ülkesine kaçtı. Babası buna sevindi ve ödül olarak ona 10 bin askerlik bir vilayet verdi. Oğuz Han, yakaladığı bu imkanı iyi kullandı. Kahramanlık ve teşkilatçılık gibi özelliklerini kullanarak, kin duyduğu babasına karşı askeri hazırlığa başladı. Elindeki orduyu bir savaş makinesi haline getiren Oğuz Han, alışılagelmiş bir silah olan oku da geliştirerek menzilini uzattı. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra, babasının üzerine yürüdü ve onu yenerek M.Ö. 209 yılında Hun tahtına çıktı.

           Büyük Hun İmparatorluğu'nun başına geçen Oğuz Han’ın ilk işi, doğudaki Tunguzları ortadan kaldırarak, Hazar Denizi’ne kadar olan bölgedeki bütün Türk boylarını da hakimiyeti altında toplamak oldu. Türk boylarını birleştirerek ilk defa Türk birliğini kuran Oğuz Han’ın devletinde, boylar iç işlerinde serbestti. Bu gelenek Osmanlılara kadar geldi. Boylar, merkezî devlete sadece vergi ya da haraç vermek ve asker hazırlamakla yükümlüydü. Oğuz Han, M.Ö. 209-174 yılları arasında geçen otuz beş yıllık kağanlığı sırasında, devamlı savaş halinde oldu. Ülkesinin sınırları Hazar Denizi’nden Hint Okyanusu’na, Himalayalar'dan Sibirya’ya kadar genişledi. Hun saldırılarına karşı inşa edilen Çin Seddi bile Oğuz Han ordularını durdurmaya yetmedi. Nitekim Oğuz Han, bir seferde 320 bin kişilik bir orduyla Çin’in içlerine kadar girerek Çin Hükümdarı Kao-Ti’yi, ülkesinin kuzey bölgelerini Hunlara terk ederek, Hun devletine vergi ödemeye mecbur bıraktı. Çinliler, 58 yıl müddetle bu vergiyi ödedi. Oğuz Han M.Ö. 174 yılında ölmüştür.

           Oğuz Han’ın Türkçe’deki başka bir adının Alp Er Tunga olduğu, aynı ismin Çin kaynaklarında Mete olarak geçtiği rivayet olunur. Oğuz Han, Oğuz Destanı’nda şöyle tasvir edilir: “Samur omuzlu, kurt belli bir yiğitti. Gözlerinin içi nur, avuçlarının içi kandı. Kırk gün anasının sütünü emdi, bir daha emmedi. İki üç yaşında iken ata binmeye başladı. Yetişip aklı erer yaşa gelince Oğuz’a haber verdiler ki yakın ormanda bir canavar türemiş, bir iki şehrin sürülerine ve insanlarına aman vermiyor. Ormana gitti, bir geyik buldu ve ortalıkta bir ağaca bağladı gitti. Ertesi gün gelince geyiği yenmiş buldu. Bu sefer bir ayı buldu, yine o ağaca bağladı ve gitti. Daha sonra geldiğinde onun da kemiklerine rastladı. Bu defa kendisi o ağaca dayanıp gecelemeye başladı. Hazır ava alışan canavar geldiğinde, başıyla Oğuz’un kalkanına dokundu, dövüştüler; o, canavarı yendi, başını getirdi; komşu şehirler halkı düğün bayram ettiler. Büyükler bir araya gelip kendilerini bayrağı altında birleştirecek olanın bu Oğuz olduğunu anladılar. Hepsi onun çevresine toplandılar.”
 

OĞUZ HAN'IN DUASI

Ulu Tanrı
Güzel Tanrı
Gök Tanrı

                                                                                           Sen TÜRK'ü, TÜRK Yurtlarını Koru!..

          Düşman şerrinden sakla ! TÜRK'ü yiğitlikte daim et ! TÜRK'ü erlik davasıyla yaşat ! TÜRK'ü gerçekçi yap ! TÜRK'ün gönlüne her şeyden önce, hatta kursağına ekmek koymadan evvel TÜRK'lük sevgisini koy ! TÜRK'ü ideal ile yaşat ve ideali hakikat yapmaya çalışsınlar ! Törelerini canları gibi saklat ! TÜRK'e zevk ve rahat verme ! Bilakis zahmete alıştır ! Zahmetle yürekleri, bedenleri demir olsun ! Bu sayede onlara yüksek çalışma kudreti verirsin ! TÜRK'ü faal, cevval edersin. TÜRK'e değişmez bir seciye ver ! Zamanla seciyesi değişmesin, sade tekemmülle tadilat görsün !

                                                                                                                Ulu Tanrı

          Milli kuvvet, namus, ahlak, azim , sebat, ideal, TÜRKÇÜLÜK ruhu, yurtseverlik, ilim, sanat teşkilatı, intizam, beden kuvveti ve zenginlik ile hasıl olduğundan; TÜRK'e bunları ver ! TÜRK'ten hırsız, namuzsuz türerse hemen kahret ! TÜRK'e benlik, hem de yüksek bir benlik ver ! TÜRK nefsine itimat sahibi olsun ! TÜRK'ü muhakemeli, ciddi adam olarak yarat ! Hissiyatına kapılıp, öfke ile ayaklanmasın ! Birden barut gibi parlamasın ! Daima soğuk kanlı olsun ! TÜRK'ü her milletten cesur yarat ! Öç almayı TÜRK asla unutmasın !

                                                                                                                Ulu Tanrı

          Namussuz bir tek TÜRK yaratacağına, dünyayı yık daha iyi ! Ne kadar korkak TÜRK varsa hepsini helak et ! TÜRK herşeyi mukayese etsin ! Yalnız akıl ve mantık denen şeylere bırakma onu ! Sabırlı, derde dayanıklı olsun ! İradesi çelik gibi olsun ! Dönek TÜRK yaratma ! TÜRK'leri maymun iştahlı yapma ! TÜRK daima ihtiyatla adım atsın ! Kimsenin tatlı diline inanmasın ! Kimseye emniyet olmasın ! Çalışma zekâdan üstün bir kıymet olduğundan, TANRI, sen TÜRK'ü çalışkan et ! TÜRK'ün ömrü çalışma ile geçsin ! Ona daima çalışma aşkı ver ! Hele elbirliği ile çalışmayı adet etsin ! Tembel TÜRK'ü hemen öldür ! TÜRK'e her milletinkinden üstün zeka ver ! Zeka ve çalışma ; ikisi bir arada olunca TÜRK'ün önünde durulmaz ! Milli büyüklüğün tek şartı yüksek ideal, buna alışmak için de yüksek ahlak, fedakarlık ve sebat lazım olduğundan TÜRK'leri ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl ! TANRI , TÜRK'leri sen kendi elinle birleştir ve her şeyden evvel ruhları birleşsin ! Onları tek bir kafa gibi birleştirici kültür sahibi et ! TÜRK'ü töresine sadık kıl, Tanrı !  TÜRK budunu : Biliniz ki atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş büyük bir hikmettir. Tanrı beni töreye dokunmaktan ve dokundurmaktan sakladı ve saklasın !

                                                                                                                Ulu Tanrı

         TÜRK milletini lafçı değil, elinden iş gelir insanlar et ! Bir şey söylemek vazife yapmak değildir. Onu fiilen yapmak ve yaptırmanın vazife olduğunu beyinlere sok !

                                                                                                              Güzel Tanrı

         Sana hepsinden çok yalvardığım şudur : TÜRK'ü dalkavukluktan kurtar ! Dalkavukluk ve emsali vasıtalara zengin olmaktan koru ! TÜRK'e kötü para hırsı verme ! Dalkavukları yok et !

                                                                                                              Aman Tanrı

          TÜRK aile, töre ve disiplinini her şeyden evvel koru ! TÜRK toprağında hürler yaşasın. Adaletten başka bir şey hüküm sürmesin ! Sen TÜRK'e tabii şeylere tabiata karşı sevgi ver ! TÜRK yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki fakirlik suç sayılsın !

                                                                                       Acunu (Dünyayı) Yaratan Yüce Tanrı

          TÜRK'e insaniyetten evvel TÜRK milletini düşündür. İnsanların insaniyet dedikleri şey, göz boyamak için icat edilmiş bir boyadır. İnsaniyet maskesi taşıyan öyle milletler vardır ki maskelerinin altında canavarlar yaşar. İnsaniyeti gören olmadı. TANRI , TÜRK'e sağlam, sürekli irade ver ! Güçlüklerde, sabrını, tahammülünü aynı zamanda gayretini arttır ! Ona esas seciye olarak vazife muhabbeti ve mesuliyet duygusu ver ! Mesuliyeti TÜRK yurdundan eksik etme ! En büyük kuvvetin TÜRKLÜK aşı olduğunu TÜRK'e öğret !



          TÜRKÇE konuşulan, TÜRK'e yurtluk etmiş olan yerleri kıyamete kadar TÜRK'ün hükmü altında bırak !



Oktay Sinanoğlu

          Dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı. 1953 yılında Ankara’da TED’in Yenişehir Lisesi'ni birincilikle bitirdi. O zaman lisenin eğitim dili tamamen Türkçe’ydi, takviyeli yabancı dil dersleri vardı, sonradan kolej oldu. TED tarafından Amerika’ya burslu Kimya Mühendisliği için gönderildi. 1956 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957’de Amerika Birleşik Devletleri'nde MIT’den birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Alfred Sloan ödülünü aldı. 1959’da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de; Kuramsal Kimya Doktorasını yaptı, doktorasını yaparken iki ödül kazandı. 1959-1960 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Merkezi'nde araştırmalar yaptı. 1961’de hem Harward, hem de Yale’de kendisinin yeni Nicem (“Kuvantum”)Kimyası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey derslerde yeni buluşlarını anlattı.

          1962 yılında Batının 300 yılda en genç profesörü oldu (26 yaşında Yale Üniversitesinde); 1962 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör unvanını verdi. Türkiye’de de kuramsal kimya bölümünü kurdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde eğitimin Türkçe olması için uğraş verdi. Ama, tabii olmadı. 1964’de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesine atandı. 1973’te Almanya’nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülü'nü ilk kazanan kişi oldu. 1975’te Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü'nü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek, Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerika Bilim ve Sanat Akademisi'nin ilk ve tek Türk üyesidir. Hindistan’ın Devlet Misafiri olarak, Hintli Bakanlarla ve Cumhurbaşkanıyla görüşmüştür. Meksika’da aynı seviyede Üçüncü Dünya Bağımsızlığı için çalışmıştır. 1962’den günümüze dek ilk TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü, ilk Sedat Simavi Ödülü'nü, 1992’de Bilgi Çağı, 1995’te İLESAM Üstün Hizmet Ödülü'nü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim Adamı ödüllerini aldı. Yıldız Teknik, Yesevi Kazakistan ve benzeri bir çok kuruluşta profesör, mütevelli heyeti üyesi, Atatürk Kültür Kurumu asli üyesidir. 250 kadar uluslararası bilimsel yayını, bilim kuramları, çeşitli dillere çevrilmiş kitapları vardır. Türkiye’de de Türkçe pek çok yayın yapmıştır. Değişik ülkelerde iki kez Nobel’e aday gösterilmiştir.




Osman Gâzi

          Osmanlı sultanlarının ilki. Dünyânın en uzun ömürlü hânedanının ve en büyük devletlerinden Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu. 1258 tarihinde Söğüt’te doğdu. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan Ertuğrul Gâzi'nin oğludur. Türk ve İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. İslâmî ilimler öğretildi. Devrin örf ve âdetince mükemmel bir askerî tâlim ve terbiyeyle yetişti. Ertuğrul Gâzi'nin silâh arkadaşı ve kumandanlarından kılıç kullanmayı kargı savurmayı, ata binmeyi öğrendi. Onların gazâlarını dinledi. Yaptıklarından ibret alarak, gençliğinden îtibâren gazalara katılıp, zaferler kazandı, kumandanlık vasıflarını geliştirip kuvvetlendirdi. Bizans’ın hâkimiyetindeki Batı Anadolu gazâ memleketi olduğundan, bölgede gazâ niyetiyle pek çok kumandan mücâhid, derviş ve her biri birer gönül sultanı şeyh ve âlim bulunuyordu. Osman Gâzi; Anadolu’nun İslâmlaştırılıp Türkleşmesi faaliyetine katılan bu gönül sultanlarından, ahîlerden, Şeyh Edebâli’nin sohbetlerine katılıp, mâneviyâtını yükseltti. 1277 yılında, on dokuz yaşındayken bir gece rüyâsında; Şeyh Edebâli’nin böğründen bir ay çıkıp, göğsüne girdiğini, sonra göbeğinden, bütün âfâkı, gökyüzünü kaplayan bir ağacın çıktığını, yüksek dağlara ve pınarlara gölge saldığını ve insanların ondan çok faydalandıklarını gördü. Rüyâsını Şeyh Edebâlî hazretlerine anlattı. Hocası; “Müjde ey Osman! Hak teâlâ sana ve senin evlâdına saltanat verdi. Bütün dünyâ, evlâdının himâyesinde olacak, kızım Mâl Hâtun da sana eş olacak” diyerek rüyâsını tâbir etti. On dokuz yaşındayken Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hâtun ile evlendi. Edebâlî’nin kızının Bâlâ Hâtun olduğu da rivâyet edilmiştir. Osman Gâzi cesâreti, zekâsı, cömertliği, İslâm dînine sadâkati ve tatbikatı herkesçe takdir edildiğinden babası tarafından Kayı boyu beyliğine aday gösterildi. Ertuğrul Gâzi, 1281 yılında vefât edince Kayı beyi oldu.

          Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans hududundaki Kayılar, Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylağı arâzisine hâkimdiler. Osman Gâzi, Kayı beyi olunca, hudut komşusu Bizans tekfurları ile iyi geçinmeye çalıştı. Bunlar arasında en çok Bilecik Tekfuru ile anlaşıyordu. Boyda, eskiden beri yaylağa çıkarken, ağır eşyâları Bilecik Tekfuruna emânet etmek, buna karşılık tekfura bâzı hediyeler sunmak geleneği vardı. Emânetin teslimi ve alınması, silahsız kimseler ve kadınlar tarafından yapılırdı. Aşîretlerin yaylaya çıkış ve dönüşlerinde, İnegöl Tekfuru yollarını keserek, onlara zarar veriyor, bu yüzden sık sık çarpışmalar oluyordu. Osman Bey'in kuvvet ve nüfûzunun devamlı arttığını gören İnegöl Tekfuru Nikola, komşularından tedbir alınmasını istedi. İnegöl Tekfuru'nun Bizanslılara ittifak teklifi, Bilecik Tekfuru tarafından Osman Gâzi'ye haber verildi. Tekfur Nikola’nın, Pazarköy (Ermenibeli)de kuvvet topladığı tespit edilince, Osman Gâzi, Kayı ileri gelenleri, kumandanlar ve arkadaşlarından Akçakoca, Abdurrahman Gâzi, Aykut Alp, Konur Alp ve Turgut Alp ile görüşme yaparak, İnegöl’ün fethine karar verdi. 1284’te Pazarköy’de meydana gelen muhârebede, Osman Gâzi'nin yeğeni Bay Hoca şehit düştü. Muhârebe ardından Kulaca Kalesi fethedildi. Mağlubiyet üzerine İnegöl Tekfuru ile Karacahisar Tekfuru birleştiler. 1288 yılında Domaniç yakınında Erice (Ekizce)’de yapılan muhârebede, tekfurlar tekrar mağlup edildiler. Bu muhârebede de Osman Gâzi'nin kardeşi Sarı Yatu (Sarı Batı) şehit oldu. Osman Gâzi'nin Ekizce muvaffakiyeti, Anadolu Selçuklu Sultânı Gıyâseddîn Mesud Şah tarafından mükâfatlandırıldı. Gönderilen bir fermanla, Söğüt, Osman Gâzi'ye yurt olarak verildi.

          Sultandan aldığı duâ sonrasında gazâ akınlarını daha da hızlandıran Osman Gâzi, bir baskınla İnegöl Tekfuru'nu ve pek çok askerini öldürdü. İnegöl’den pek çok ganîmet aldı. İnegöl Tekfuru'nun öldürülmesi ve Osman Gâzi'nin devamlı genişlemesi, Bursa ve İznik tekfurlarını telâşlandırdı. Osman Gâzi'nin, Bizans tekfurlarına karşı tâkip ettiği siyâset; Anadolu Selçuklu Sultanlığınca takdir edilip, tekrar mükâfatlandırıldı. 1289’da bir fermanla, Söğüt’e ilâveten Eskişehir ve İnönü tarafları verilip, mîrî vergiden muaf tutuldukları gibi, Beylik alâmetlerinden alem, tuğ, kılıç ile gümüş takımlı at da gönderildi. Selçuklu sultanının hediyeleri alınıp, fermanı okununca Osman Gâzi'nin gazâ akınları iyice hızlandı. İznik’e akın tertiplendiyse de kale alınamadı, pek çok ganîmetle dönüldü. Karacahisar ile Yarhisar tekfurları, Osman Gâzi aleyhine ittifak kurdular. 1291’de Karacahisar fethedilince, alınan ganimetlerin beşte biri, Anadolu Selçuklu Devleti başşehri Konya’ya gönderilip, kalanlar muhârebeye katılan gâzilere dağıtıldı. 1292’de Sakarya Irmağı'nın kuzeyine akın yapıldı. Bu akınlarda Sorgan Köyü, Göynük, Taraklı Yenicesi ve Mudurnu taraflarının askerî mevkileri tahrip edilip, pek çok ganîmet alındı. Osman Gâzi, gazâlarda alınan ganîmetleri, hâlen kuruluş safhasında
olan devletin ihtiyaçlarını tamamlamakta kullanıyor, kalanlarını muhârebelere katılan gâzilere dağıtıyordu. Osman Gâzi'nin teşkilâtlanmaya verdiği ağırlık, 1298 yılına kadar devâm etti.

          Osman Gâzi'nin ileriye dönük faaliyetleri, huduttaki Bizans tekfurlarını daha da telaşlandırdı. Bilecik Tekfuru da Osman Gâzi aleyhine ittifak içine girdi. Bizans-Rum tekfurları, Osman Gâzi'yi muhârebe meydanında öldürüp yenemeyeceklerini anlayınca, entrikaya başvurdular. Yarhisar Tekfuru'nun kızıyla evlenecek olan Bilecik Tekfuru'nun düğününe dâvet edip, öldürmeyi plânladılar. Osman Gâzi'ye suikast tertibi, dostu Harmankaya Tekfuru Köse Mihal tarafından haber verildi. Gerekli tedbirleri alan Osman Gâzi, Bizans tekfurları ile berâber dâvet edildiği düğüne, hediye olarak kuzu sürüsü gönderdi. Düğün sonrası yaylaya çıkacağını bildirerek, eskiden olduğu gibi değerli eşyâlarının kadınlar vâsıtasıyla kaleye alınmasını istedi. Bilecik Tekfuru, Bizans tekfurlarıyla ittifak hâlinde olduğundan, Osman Gâzi'nin teklifini kabul edip, düğün yeri olan Çakırpınarı’na gitti. Osman Gâzi, aşîretin eşyâsı yerine atlara silâh yükletip, harp hîlesiyle, kırk kadar gâziyi kadın kılığında Bilecik’e gönderdi. Aşîret kâfilesi, Bilecik’e gidip, şehri ele geçirdi. Osman Gâzi de düğünden dönen tekfurları, kurduğu pusuyla yenilgiye uğratıp, düğüne katılanların ve askerlerinin çoğunu öldürttü. Osman Gâzi'ye karşı tertiplenen Bizans entrikası lehe çevrilip, gelin dâhil, düğüne katılanların bir kısmı esir alındı. Geline Nilüfer adı verilip, Osman Gâzi'nin oğlu Orhan Gâziye nikâhlandı. Fethe devam edilip, ertesi gün Yarhisar Kalesi kuşatıldı ve ele geçirildi. Osman Gâzi'nin kumandanlarından Turgut Alp ve gâziler de İnegöl’ü fethettiler.

          Osman Gâzi, Batı Anadolu’da Bizans hududunda fetihlerde bulunurken, Moğol İlhanlılar da Anadolu’yu istilâ ettiler. İlhanlı Hükümdârı Gazan Han, Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddîn Şah'ı İran’a götürdü. Bütün Türkiye Selçuklu Devleti'nin toprakları, İlhanlıların eline geçti. İlhanlı zulmünden hicret eden birçok Anadolu Selçuklu emiri ve mâiyeti, Osman Gâzi'nin gazâlarına katılmak için hizmete geldi. Böylece Osman Gâzi 1281 yılından beri arâzisini devamlı genişletip, gazâ niyetiyle hizmetine katılanlarla devamlı güçlendi. Anadolu Selçuklu Sultanlığı'nın iktidar boşluğundan faydalanan Türk beyleri istiklâllerini îlân ettiler. Osman Gâzi de iyice kuvvetlenmişti. 1299’da istiklâlini îlân edip, tâbîlikten kurtuldu. Osman Gâzi'ye istiklâl âlâmetleri olan ferman, sancak, alem, tuğ, kılıç ve at ile takımı önceden verildiğinden, istiklâlini îlân etmesiyle, devlet teşkilâtının müesseselerini kurup, her kaleye subaşı, dizdar, kadı tâyin etti. Köyler, tımar olarak sipâhilere dağıtıldı. Bu arada Yundhisar ve Yenişehir kaleleri fethedildi. Osman Gâzi, yeni fethedilen Yenişehir’i merkez hâline getirdi. Burada idârî, iktisâdî ve sosyal müesseseler inşâ ettirip, evler, dükkanlar, çarşı ve hamam yaptırdı. Devleti beş idârî bölgeye ayırdı. Her bölgenin idâresine güvendiği, kâbiliyetli ve âdil kumandanlar tâyin etti. Oğlu Orhan Beye Sultanönü, Gündüz Alp’e Eskişehir, Aykut Alp’e İnönü, Hasan Alp’e Yarhisar, Turgut Alp’e İnegöl bölgelerinin idâresini verdi.

           Netîcede, dört yüz çadırla Türkiye Selçuklu-Bizans hududuna yerleştirilen Kayı Aşîreti, 1299’da Osman Gâzi'nin adına izâfeten Osmanlı hânedanı ve imparatorluğu kurmuş oldu. Osman Gâzi, İslâm dîninin esaslarını, Türk örfünü, teşkilât ve müesseselerini safha safha yerleştirip, mükemmelleştiriyordu. Teşkilât ve müessesesini kurarken, İslâm dîninin farzlarından cihat emrini de yapıyorlardı. Devamlı genişleyip, teşkilâtlanan Osmanlı tehlikesini, huduttaki tekfurlarla halledemeyeceğini anlayan Bizans Kayseri İkinci Andronikos Poleologos, hassa kumandanlarından Musalon’u Osman Gâzi üzerine sefere gönderdi. Musalon kumandasındaki Bizans kuvvetleriyle Osman Gâzi, 1301’de İznik’in kuzeydoğusundaki Koyunhisar Kalesi mevkiinde karşılaştılar. 27 Temmuz 1301 târihinde yapılan Koyunhisar Muhârebesinde, Osman Gâzi muzaffer oldu. 1302 yılında Köprühisar Kalesi fethedildi. 1303’te Yenişehir’in güneybatısındaki Marmaracık Kalesi fethedilip, İznik’in kuzeyindeki Katırlı Dağı eteğine kale yapıldı. Kaleye Taz Ali kumandasındaki yüz asker bırakılarak İznik ablukaya alındı. 1306’da Bursa Tekfurunun idâresindeki müttefik Bizans tekfurlarına karşı sefer yapıldı. Osman Gâzi, müttefik Bizans tekfurlarının kuvvetini Dinboz’da mağlup etti. Kestel, Kite ve Ulubat kaleleri, Osmanlıların eline geçti. 1306’da Osmanlılar, ilk defa Ulubat tekfuruyla askerî antlaşma imzâladılar. Antlaşmaya göre; mülteci Kite Tekfuru Osmanlılara iâde edilecek, Türkler Ulubat Nehrini geçmeyecekti.

          Osman Gâzi'nin Osmanlı arâzisini devamlı genişletmesi, Bizanslıları telaşa düşürdü. Bizanslılar, İlhanlılarla akrabâlık kurarak, Osmanlı taarruzlarından kurtulmak istediler. Bizans Kayseri, kızı Maria’yı İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a nişanladı. Onun ölümüyle de Olcaytu Han'a nişanlayarak, kalelerini Osman Gâzi'nin taarruzlarından kurtarıp, Osmanlı hakimiyetindeki arâzilerin geri alınmasını ümit etti. Osman Gâzi, Bizans Kayseri'nin ittifak arayışı içinde olduğu zamanda da gazâlarını sürdürdü. 1307’de İznik kuşatılıp, Yalova’ya akın düzenlendi. Böylece Osmanlılar, denize ulaştı. 1308’de Marmara Denizi'ndeki İmralı Adası fethedilip, deniz üssüne sâhip olundu. Bizans’ın Bursa ile deniz ulaşımı ve irtibatı kontrol altına alındı. İznik civârındaki Koçhisar fethedildi.

          Osmanlıların Bizans hududunda tesis ettiği âdil idâre; tekfurların zulmünden, vergilerin ağırlığından bıkan Hıristiyan ahâliden başka, kumandanların da takdirini kazanmıştı. Rumlar, Osman Gâzi'nin idâresine sığınmaya başladı. 1313’te Harmankaya Tekfuru Mihal de Osman Gâzi'nin maiyetine girip, Müslüman oldu. Köse Mihal Gâzi adını alarak, pek çok muhârebeye katıldı. Osmanlı İmparatorluğu'na çok hizmeti geçti. Marmara sâhilinden Karadeniz istikâmetinde gazâ akınlarına devâm eden Osmanlılar, 1313’te Akhisar, Geyve, Lüblüce, Lefke, Hisarcık, Tekfurpınarı, Yenikale, Karagöz ve Yanıkçahisar kalelerini fethettiler. Bursa, Osmanlı arâzisi ortasında bırakıldı. Bursa ablukaya alınıp, Kaplıca ve Uludağ istikâmetlerine iki kale yapıldı. Kaplıca istikâmetindekinin kumandanlığına Osman Gâzi'nin yeğenlerinden Aktimur, Uludağ tarafındakine Balaban tâyin edilip, kalelere kumandanlarının isimleri verildi. 1313 yılından îtibâren Bursa kuşatmaya alındı. Moğol istilâsından Batı Anadolu’ya gelip, Kütahya’ya yerleşen Çavdarlı Aşîreti'nin Osmanlıya karşı yaptığı düşmanca hareketler, Osman Gâzi'nin oğlu Orhan Gâzi tarafından durduruldu. Oymahisar’da yapılan muhârebede Çavdaroğlu esir edilip, aşîretin saldırganları cezalandırıldı. 1317 yılında Orhan Gâzi ve kumandanlarından Konur Alp, Sakarya ve Karadeniz istikâmetindeki Karatekin, Ebesuyu, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Keresteci kalelerini fethedip, bu mevkileri Osmanlı hâkimiyetine aldılar. Akça Koca Sakarya Nehri'nin batısından İznik Kalesi'ne kadar olan mevkii fethetti. Buralara, adına izafeten, Koca-eli denildi.

          Osman Gâzi'nin, gençliğinden beri Rum ve düşman tecâvüzlerine karşı sürdürdüğü askerî hazırlığı ve mücâdelesi, devlet kurarken gerçekleştirdiği idârî ve siyâsî faaliyetler, onu altmış yaşından itibâren iyice yormaya başladı. Nikris (romatizma) hastalığından da muzdaripti. Gazâ akınlarıyla yetişip, yiğitliği, cesâreti, bilgisi ve dînine sadâkatiyle düşmanların korkusunu, Müslümanların takdirini kazanan oğlunun idâre tarzını sağlığında görebilmek için, son yıllardaki fetih hareketlerinde ve siyâsî hâdiselerde Orhan Gâzi'yi vazifelendirdi. 1321’de Orhan Gâzi'yi Mudanya, Kara Timurtaş Beyi de Gemlik seferine gönderdi. Mudanya fethedilip, Bursa ablukası daha da kuvvetlendi. Akınlara devam edilerek 1323’te Akyazı, Ayanköy, 1324’te Karamürsel, 1325’te Orhaneli denilen Atranos fethedildi. Osman Gâzi, 1314 yılından beri çevresini ablukaya alıp, kuşatma hâlinde tuttuğu Bursa’nın fethini görmek istiyordu. Orhan Gâzi, 6 Nisan 1326 târihinde Bursa’yı fethedip, Osman Gâzi'nin ve Müslümanların arzusunu yerine getirdi. Gâzilerin akınları netîcesinde, Bolu, Kandıra, Ermenipazarı ve Devehisarı fethedildi. Bursa dâhil bütün fethedilen bölgeler îmar olunarak, sâhipsiz evler gâzilere dağıtıldı. Osmanlı teşkilât ve müesseseleri kuruldu. Hıristiyan ahâliden Osmanlı ülkesinde oturanlar, İslâm dîninin gayrimüslimlerle alâkalı hukûku tatbik edilerek vergilendirildiler.

          Osman Gâzi'nin hastalığı Bursa’nın fethinden sonra arttı. Hocası Şeyh Edebâlî ve hanımı Mâl Hâtun'un vefâtıyla hastalığı daha da şiddetlendi. Vefât edeceği zaman, oğlu Orhan Bey'e vasiyetnâmesi, İslâmiyet'e olan sevgi ve saygısını, Türk milletinin rahat ve huzurunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça bildirmektedir.


Vasiyetnâmenin özü şöyledir:

          “Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemiyesin! Bilmediğini âlimlerden sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmiyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmiyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurûr getirip, şerîat ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik davâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.”

          Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye candan sarılmış, imparatorluğun 600 sene hiç değişmeyen anayasası olmuştur. Osman Gâzi'nin misâfir kaldığı evde Kur’ân-ı kerîm’e hürmeti, kurduğu Osmanlı İmparatorluğu'nun 623 yıl dîn-i İslâm ile idâre edilip, 620 yıllık iktidarıyla yorumlanır.

          Osman Gâzi vasiyetini yaptıktan sonra 1 Ağustos 1326 târihinde Söğüt’te vefât etti. Kabri, Bursa’daki Gümüşlü Kümbet'tedir. Osman Gâzi'nin, Orhan Bey'den başka Alâeddîn Bey, Çoban Bey, Hâmid Bey, Melik Bey, Pazarlu Bey adında oğulları, Fatma Hâtun adında bir kızı vardı. Ölümünden sonra, imparatorluğun başına oğlu Orhan Bey geçti. Osman Gâzi, sâlih bir Müslüman olup, İslâm ahlâkının iyi ve güzel vasıflarına sâhipti. Az sayıdaki aşîret kuvvetleriyle, Bizans ordusunu ve tekfurlarını üst üste mağlup edip, zaferler kazanan üstün bir kumandandı. Dünyânın en uzun ömürlü hânedanını ve en büyük devletlerinden birini kurdu. Osman Gâzi kurduğu hânedanla; üç kıta, yedi iklim, her çeşit ırk, dil, din, mezhep, fikir, kültür ve medeniyetteki insanı, bünyesinde Osmanlı adı altında toplayan, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerif ve İslâm âlimlerince övülen mânevî hizmetlerin mirasçısı ve idârecilik vasfının 13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar nesillere intikalcisidir. Osmanlı İmparatorluğu şer’î meselelerini, kuruluşundan îtibâren Hanefî mezhebi hükümlerince hâlletti. Kazâ merkezlerine, şehirlere tâyin edilen kadılar, Hanefî mezhebine göre karar verirlerdi. Osman Gâzi zamânında askerî teşkilât, Oğuz töresine göre olup, aşîret kuvvetlerine dayanıyordu.


Târihçilerin, Osman Gâzi ve kurduğu devlet hakkındaki ortak fikirleri özetle şöyledir;

          Türk ve İslâm târihinin en muhteşem devri Osmanlıların eseridir. Onlar, millî ve İslâmî mefkûrelerinin dâhiyâne terkibi, siyâsî istikrar ve sosyal adâletleri sâyesinde üç kıtanın ortasında ve Akdeniz havzasında, beşer târihinde nizâm-ı âlem dâvâsının en kudretli temsilcileri olmuşlardır.

          Osmanlı hânedanı, dünyâda hiçbir âileye nasip olmayan büyük ve dâhî pâdişâhları bir biri ardından yetiştirmekle, bu devlete yalnız en büyük hayâtiyeti bahşetmedi. Onu millî, İslâmî ve insânî idealler çerçevesinde milletin kalbini kazanarak cihân hâkimiyeti düşüncesinin de en sağlam teşkilâtı hâline getirdi. İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için îlân ettiği yüksek esaslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmanlı devrinde ulaşmıştır.

          Osmanlı sultanları ilmi ve ilim adamlarını, memleketlere sâhip olmaktan üstün tuttular. Kemâl sâhibi ilim erbâbını dâimâ takdir edip onlara rağbet gösterdiler. Pâdişâhlar, savaşta ve barışta, kânunların düzenlenmesinde, dînin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlendiler. İşlerinde âlimlerle istişâre eylediler. Devlet nizamlarının hazırlanıp, düzenlenmesini ve teftişini onlara havâle edip, idârî mesûliyetlere onları da dâhil ettiler. Bunun için Osmanlı İmparatorluğu'nda ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkideydi. Bu yüzden korkutmaya dayanmaktan çok, adâleti yerleştiren kânunlar yapıldı.

          Osmanlı İmparatorluğu, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletlerarası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkil etti. Osmanlı İmparatorluğu ve sultanlarının dâvâları da kendi tâbirleriyle “Nizâm-ı âlem” üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, bu millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Bu büyük siyâsî varlık, eski ve yeni devletlerden farklı olarak, ne dışta istilâ tehditlerine ve ne de içeride çeşitli ırk, din, mezhep mensupları ve grupların huzursuzluk endişelerine mâruz bulunuyordu. Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuur ve uyanış yanında asıl kaynağını İslâm dîninden alıyordu. Şeyh ve evliyânın himmetleriyle yükselen gazâ rûhu, küçük Söğüt kasabasından Bursa’ya ve bu medeniyet merkezinden de Rumeli’ne yayılıyordu. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş ve yükselişinde, tasavvuf da büyük kudret kaynağı idi. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş ve yükselişinde tasavvuf tarîkatleri, şeyhler, velîler ve dervişler birinci  derecede rol oynamıştır. Osman Gâzi ve haleflerinin etrâfı, din adamları ve evliyâ ile dolmuş ve daha ilk günden Osmanlı akınları gazâ mâhiyetini almıştır.

          Nitekim Osman Gâzi, damadı olduğu büyük tasavvuf âlimi Şeyh Edebâlî’ye intisap ederek, her hususta onunla istişârede bulunurdu. Kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultanlarına da İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tavsiye etti. Bu vasiyete lâyıkıyla uyan Osmanlı sultanları, fethettikleri yerleri medrese, zâviye, imâret, dârülkurrâ ve türbelerle kutsîleştirmişler, buralarda yetişen âlimlerle dünyâya İslâmiyeti yaymışlar, asırlarca maddî ve mânevî güç ve emeklerini bu uğurda harcamışlardır.




Osman Hamdi Bey

          Sadrazam İbrahim Ethem Paşa'nın oğludur. 1842 yılında İstanbul'da doğdu, öğrenimini İstanbul'da tamamladı. Daha 16 yaşında öğrenci iken yaptığı kara kalem resimlerle çevresinin dikkatini çekti. Babası ile birlikte gittiği Viyana'da, müze ve sergilerle ilgilendi. Aynı yıl Hamdi Bey'i, Paris'te hukuk tahsiline gönderdiler. Hukuk Fakültesi'ne yazıldı, arada bir derslere de devam etti
ama asıl eğilimi olan ressamlıktan vazgeçmedi ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde, çağın önemli imzalarından, Boulanger, Gerome'nin atölyelerinde resim çalışmaları yaptı.

          Paris'te 12 yıl kalmıştır. Bu sırada açılan Paris Sergisi'nde Osmanlı hükümetinin temsilcisi olarak bulundu (1867). İstanbul'a döndüğü zaman, Mithat Paşa'nın "Umur-u Ecnebiye Müdürü" olarak Bağdat'a gitti. Orada Ahmet Mithat Efendi ile tanışmış ve dost olmuşlardır. İstanbul'a dönüşte ecnebi büyükelçilerin protokol işleriyle uğraşmak görevine atandı. Bu sırada düzenlenen Viyana
Sergisi'ne birinci komser olarak katıldı. Çok takdir gördü ve madalya kazandı. 1881 'de Hamdi Bey, Padişah Abdülhamid'in şahsî emriyle ,eski eserler işlerini düzenlemek için Müze Müdürlüğü'ne getirildi. O zamana kadar eski eserler şurada burada toplanıyor, alanın elinde kalıyordu. Hamdi Bey, daha Bağdat'ta iken, tarihe ve arkeolojiye merak sardığı ve ilk arkeolojik çalışmalarını Bağdat'ta yaptığı için, bunca emekle toprak altından çıkardığı tarihi eserlerin Çinili Köşk'te üst üste yığılı durduğunu görünce, çok müteessir oldu ve hemen kolları sıvayıp bir müze kurma çalışmalarına başladı. İlk iş olarak, bir "Asar-ı Atika Nizamnamesi” hazırladı. Kazılardan çıkarılan eserlerin yabancı ülkelere kaçırılmasını önlemeye çalıştı.

          Hemen yine o yıllarda 1883'de Güzel Sanatlar Akademisi'ni kurdu. Bu arada, resim müzemizin çekirdeğini hazırlayan girişimleri oldu. Dünyaca tanınmış tabloların kopyalarını yaptırdı ve bunları, Türk ressamlarının eserleriyle birlikte Güzel Sanatlar Akademisi'nin büyük salonunda topladı. Hamdi Bey, arkeoloji alanındaki başarılı çalışmaları ile yurt dışına ulaşan bir ün sahibi olmuştur. Ülkede yapılan arkeolojik çalışmaları bir disiplin altına aldı. Daha önce başlanmış ve yarım bırakılmış kazıları ele aldı ve bunları geliştirdi. Nemrut Dağı'ndaki kazılar bunlardan biridir (1892). Adana'nın incirlik mevkiinde yapılan kazılarda, Hititlere ait yazılı levhalar bulunması, bütün dünyada Hamdi Bey'e ün kazandırdı. 2. Sayda kazısında dünyaca ünlü İskender'in lâhdi bulunmuştur. Hamdi Bey'in arkeolojik çalışmaları daha çok Batı Anadolu'dadır. Aydın yörelerindeki kazılardan başka Milas ilçesi içinde Hakate Anıtı'nı kuşatan süslü, kabartma tirizler (1891-92), Aydın'da Tralles'de bulunan mermer heykeller, Diyana'ya bağışlanmış tapınak frizinin büyük bir bölümü ile daha birçok eseri ortaya çıkarmış ve müzelerimize aktarmıştır. Fransız, Alman, Yunan, İspanyol müzeleri, madalya ve nişanlarla Hamdi Bey'i kutlamışlar, böylece Türkiye milletlerarası üne sahip bir ressam, arkeolog, müzeci kazanmıştır. Birçok üniversite de kendisine doktorluk unvanı tevcih etmişlerdi.

          Hamdi Bey, gerek devlet işlerini yaparken, gerek arkeoloji ve müzecilik çalışmalarını sürdürürken ressamlığını, bu vurgun olduğu güzel mesleğini hiç ihmâl etmemiş, fırsat elverdikçe resim yapmıştır. Memlekette tanınmasından daha çok, yabancı ülkelerde ismi duyulmuştur. Bunun sebebi, resimlerinin konularıdır. Hamdi Bey, Osmanlı hayatının renkli sahnelerini resimlerine almış ve bunları sanat sevgisinin sabrı ile ince ince bütün ayrıntılarına kadar işlemiştir. Resimde en küçük teferruat bile dikkatle ve gerçek renklerine uygun olarak resmedilmiştir.'' Okuyan Adam", "Silah Tüccarı", "Kaplumbağa Terbiyecisi", "Şehzadebaşı Camisi Avlusunda Kadınlar" gibi tabloları, hem Osmanlı İstanbul'unun hayatını yansıtmakta, hem tarihî gerçek bir belge olacak kadar gerçeği yansıtmaktadırlar. Bu çok yönlü sanatçımız, memleketimizde “Müze Müdürü Hamdi Bey" olarak bilinir. Arkeolojik çalışmaları, ancak ilgililer tarafından, ressamlığı, resimle ilgili çevreler tarafından duyulmuş ve benimsenmiştir. Halkın Müze Müdürü olarak Hamdi Bey'i tanımasının nedeni, bu yolda hazırladığı "Asar-ı Atika Nizamnamesi'' dikkatle uygulamasıdır. Günümüze kadar devam eden eski eser kaçakçılığına "dur" diyen ilk sorumlu kişi, Osman Hamdi Bey olmuştur. Bu yüzden halk arasında hem bilinir, hem sevilir.

          1910 yılında öldüğü zaman, memlekette ve dünyada büyük yankılar uyandırdı. Kurucusu olduğu Güzel Sanatlar Akademisi'nde bir törenle anıldı ve resimlerinden hazırlanan bir sergi açıldı. Eserlerinin bir kısmı, akrabalarının elinde, bir kısmı Avrupa müzelerinde, bir kısmı da İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'ndedir. Birkaç tablosunun da bazı meraklıların koleksiyonları arasında olduğu bilinmektedir. Hamdi Bey, son çağ biliminin en seçkin siması ve gerçek bir uluslararası ün kazanmış birkaç, sanatçımızdan biridir.Yabancı üniversitelerden birçok payeler almıştır. Bugün onu, kendisine milletçe borçlu olduğumuz büyüklerimizden biri olarak tanıyor ve anıyoruz.




Ömer Seyfettin

          28/02/1884 tarihinde Gönen'de doğdu. Öğrenimine Gönen'de başlayan Ömer Seyfettin, Ayancık'ta ve annesiyle birlikte geldiği İstanbul'da Aksaray'daki Mekteb-i Osmaniye'ye devam etti, Eyüp'teki Baytar Rüşdiyesi'ni bitirip asker çocuğu olduğu için Kuleli Askeri İdadi'sine yazıldı (1893), bir müddet sonra da Edirne Askeri İdadisi'ne naklolarak öğrenimini burada tamamladı. Daha sonra İstanbul'da Mekteb-i Harbiye'ye gelen Ömer Seyfettin, piyâde mülâzımı sânisi rütbesiyle buradan mezun oldu. Teğmenlikle İzmir'de (1903-1910), sonra üsteğmen olarak Rumeli'de görev yaptı (1908-1910). Askerlikten ayrılıp Selanik'e gelerek, Genç Kalemler dergisinde yazmaya başladı. Balkan Savaşında tekrar subay olarak orduya döndü, Yunanlıların elinde bir yıl kadar esir kaldı. Esareti sırasında da öykü yazmaya devam ederek bunları Halka Doğru, Türk Yurdu ve Zakâ dergilerinde yayımladı. İstanbul'a dönünce ordudan ikinci kez ayrılıp, ölümüne kadar Kabataş Lisesi edebiyat öğretmenliği yapan Ömer Seyfettin, 6 Mart 1920 tarihinde İstanbul'da öldü..


Öykü Kitapları

         Sağlığında, Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1910), Harem (1918), Efruz Bey (1919) adlı hikâye kitapları yayımlandı. Bilgi Yayınevi Bütün Eserleri adıyla yazarın tüm çalışmalarını 16 kitapta topladı. Ömer Seyfettin'in bu seriden basılan öykü kitapları şunlar: Kahramanlar, Bomba, Harem, Yüksek Ökçeler, Yüzakı, Yalnız Efe, Falaka, Aşk Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Mabet.
 
 
  90633 ziyaretçi  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol