TÜM TARİHİ KONULARI |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|

Babür Şah
Osmanlı İmparatorluğu'nun, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında, yüz ölçümü 8 milyon kilometrekarelik bir araziye sahip olduğu XVI. yüzyıl, Türk tarihinin altın devirlerinden biridir. Çünkü bu dönemde, 5 milyon kilometre yüz ölçümü olan Hindistan’da da bir Türk İmparatorluğu kurulmuş bulunuyordu. Hindistan; zenginliği, enginliği esrarla dolu bir dünya olarak, insanlık aleminin hayalinde her devirde yaşamış bir kıtadır. Asırlar boyunca Hindistan’a bir sel gibi akınlar olmuş, birçok kavimler Hindistan’ın her bucağında medeniyetler kurmuşlardır. Arîler, Persler, Büyük İskender ve nihayet Türkler, Hindistan topraklarına girerek birçok devletler meydana getirmişlerdi. Bu devletlerin içinde Hindistan’ın en büyük medeniyetini Babür Şah ve oğulları kurmuştur.
Hindistan’ın büyük fatihi Babür Şah, Ferganalı bir Türk’tür. Babür, Türk Barlas Kabilesi'ne mensup olup, Timur'un torunudur. Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’nın oğludur. 14 Şubat 1483 tarihinde Batı Türkeli'nde bulunan Fergana’nın Andican kasabasında dünyaya gelmiştir. O zamanlar Timur'un kurduğu devlet parçalanmış, torunları ayrı ayrı devletler kurmuşlardı.
Bunlardan Ebu Said, Maveraünnehir’de, Hüseyin Baykara Horasan’da, Babür’ün babası Şeyh Mirza ise Fergana’da hükümdar bulunmakta idi. Şeyh Mirza’nın son zamanlarında kardeşler arasında kavga başlamıştı. Bu iç mücadeleler devam ederken 1494 tarihinde Şeyh Mirza vefat etti. Babür Şah, 11 yaşında babasının tahtına oturduğu zaman amcası Semerkant Hanı Sultan Ahmet ve dayısı Taşkent Hanı Mehmet Fergana’ya hücum etmekte idiler. Babür, babasının kudretli kumandanları sayesinde bu tehlikeyi atlattı. Fakat Babür’ün gençlik hayatı, bundan sonra, tehlikeli ve pek heyecanlı maceralarla geçti. Her hadise, zekî ve cesur olan Babür’ün tecrübesini arttırmakta idi.
Babür, büyük atası Timur’un muhteşem hükümet merkezi olan Semerkant’ı zaptetmeye muvaffak oldu. Fakat Özbeklerin Hanı Şeybânî’ye mağlup oldu. Fergana Hanlığını kaybedip etrafındaki askerlerin dağılmasını önleyemedi. Tek başına kalan bu genç Han, Pamir Dağları'na çekildi. Büyük bir felakete uğramış olmasına rağmen ümidini kesmedi. Yanında bulunan birkaç kişi ile bir Türk kadınının evinde saklandı. Bu kadının kardeşi, Timur'la Hindistan seferlerine katılmış ihtiyar bir askerdi. O gün için aksakallı bir savaşçı olan tecrübeli koruyucusu, durmadan, Hindistan’ın zenginliğini, buraya ait efsaneleri, Hind’in eski tarihini her gece Babür’e anlatıyordu. Babür de bunları can kulağı ile dinliyordu. Edebiyata da ilgisi olan Babür, bu defa tarihe merak sardı. Atası Timur’un tarihini bularak okumaya başladı. Ruhunda yepyeni bir mefkure alevlenmişti: Hindistan’ı zaptetmek, orada büyük bir Türk İmparatorluğu kurmak... Esasen kendisine, yeni bir devlet kurmak, kurabilmek için lazım olan özellikler mevcuttu. Bu idealle, Babür; Horasan İllerindeki Türklere haber gönderdi. Kısa bir süre içinde etrafında 20,000 cesur ve yiğit bir asker kalabalığı toplamaya muvaffak oldu. Bu ordu ile Hindikuş Dağları'nı aşarak Afganistan’ın merkezi olan Kabil şehrini zaptetti. Artık, Hindistan’ın kapısında karargahını kurmuş bulunuyordu.
Saka Türkleri, Hun Türkleri, Gazneli Türkler ve hatta Timur bu noktadan geçerek Hindistan’ı istila etmişlerdi. Babür’ün talihine yeni bir güneşin doğma zamanı yaklaşmıştı. Kabil’de kendisini şah olarak ilan etti. Bu sıralarda da en büyük düşmanı olan Şeybanî de, düşmanları tarafından öldürülmüştü. Böylece Hindistan seferi hazırlıklarına başlamak için en önemli engel ortadan kalkmış oluyordu. O zamanlar Hindistan’ın Pencap valisi bulunan Devlet Han, Hindistan’ın Delhi hükümdarlarından Sultan İbrahim ile bozuşmuş olduğundan Babür Şah’ı, Hind Seferine teşvik etmekte idi. Bunun üzerine Babür Şah Delhi Sultanına, bu ülkenin, atası Timur'dan kendisine miras kaldığını bildirdi. Bu haber Sultan İbrahim’e ulaştırıldığı sıralarda Babür Şah, Hindistan’a sefer yapacak olan ordusunu da hazırlamış bulunuyordu. Ordusunda kuvvetli bir de topçu bataryası vardı. Kuvvetleri 13,000 kişiyi bulmuştu. Hindistan Hükümdarı Sultan İbrahim’in ordusu ise 100,000 kişi idi. Hind ordusunda 1000 kadar da fil bulunmaktaydı. Türk ordusu Hayber geçidini aşarak Hindistan’ın Pencap bölgesine girdi. Türk askerleri, ataları gibi çelik miğfer ve elbiseler giyinmiş, vakurane bir surette, efsaneler diyarı olan Hindistan içlerine doğru ilerliyorlardı. Türklerin Sind nehri boylarından ilerlemekte olduğunu haber alan Sultan İbrahim, ordusunun başına geçti. İki taraf kuvvetleri, Hindistan’ın Panipat mevkiinde karşılaştılar. Babür Şah; uzun hortumlu, dev cüsseli fillerin ağır ağır üzerlerine geldiklerini görünce, bu ağır kuvvetlere mukavemet için ordusunun, önüne birçok arabalar dizdirip bunları zincirlerle birbirine bağladı. Aralarına da topları yerleştirdi. Böylece iki ordu 21 Nisan 1526 tarihinde kanlı bir savaşa giriştiler. Kılıçlar oynuyor, kalkanlar ses veriyor, Türklerin yıldırımı andıran naraları Hindistan semasına yükseliyordu. Bu yiğit sipahilerin önünde durmak ne mümkündü. Kısa bir zaman içinde Hind kuvvetleri birbirine karıştı. 25,000 ölü verdiren Türk askerleri bu savaştan muzaffer olarak çıktılar. Türk süvarileri kaçanları kovalayarak Delhi şehrine girdi.
Aynı yıl içinde Osmanlı Türkleri de Mohaç Meydan Muharebesini kazanarak bütün Macaristan’ı fethetmişlerdi. Babür Şah, Hind’in büyük şehirlerinden olan Delhi’ye girdiği zaman şehirde bulanan Ulu Cami’de cemaatle birlikte namaz kıldı. Kendisini Hind Padişahı olarak ilan ettiler. Babür’ün oğlu Humayun da öncü kuvvetlerle ilerleyerek Hind’in meşhur bir şehri olan Ağra’yı zaptetmişti. Humayun, Sultan İbrahim’in Ağra’da bir eve sığınmış olan ailesini esir aldı. Bunlara fazlasıyla saygı gösterdiğinden Sultan İbrahim’in eşi, bütün mücevherlerini Humayun’a hediye etti. Bu mücevherler içinde bir tek taş pırlanta vardı ki bu pırlanta Hind Türk padişahlarının giydiği taca konuldu. Bu pırlantaya Avrupalı kuyumcular 880,000 İngiliz lirası kıymet takdir etmişlerdi. Babür Şah’ın eline Hindistan’ın hadsiz hesapsız servetleri geçti. Fakat gözü pek tok olan Babür Şah, bütün bu hazineleri askerlerine dağıttı. O zamanlar Hindistan’da bir çok Müslüman Hint racaları hüküm sürmekte idiler. Türkler bu racaları teker teker kendi hakimiyetleri altına alarak ilk defa Hindistan’ın birliğini temin ettiler. Bu racalarla mücadele tam beş yıl sürmüştü. Babür Şah, bu zaferleri neticesinde, Hint-Türk İmparatorluğu’nu kurmaya muvaffak oldu.
Babür Şah iyi ruhlu, cömert ve adaleti sever bir Türk hükümdarı idi. Devlet kuruculukta müstesna bir zekaya sahip olan Türkler, Hindistan’da da kuvvetli bir devlet teşkilatı kurdular. Hakimiyetlerine aldıkları çeşitli kavimlerin vicdan ve hürriyetlerine büyük saygı gösterdiler. Hindistanlılar dinlerinde ve adetlerinde serbest bırakıldı. Hindistan’ın her bucağında Türk kanunları hakim olduğundan halk saadete erişti. Bunun neticesi iktisadi hayatta bir faaliyet görüldü.
Türkler zamanında Hindistan’da çok kuvvetli bir medeniyet meydana geldi. Hindistan’ın her tarafı, imar edilerek mermerden saraylar, camiler, köprüler ve birçok hayır müesseseleri meydana getirildi. Hint’in her tarafına yollar açıldı. Benares, Ağra, Delhi şehirleri cihanın en güzel sanat eserleriyle dolup taştı. Mimar Sinan’ın kalfaları Hindistan’a gelerek birçok abideler meydana getirdiler. Babür Şah’tan sonra gelen Türk hükümdarları zamanında yapılan Taç Mahal Türbesi, Hümayun Türbesi, Türk Sultanı denilen beş katlı Saray ve İnci Camii, Hindistan’ın en büyük sanat eserleri arasındadır. Babür Şah, kuvvetli bir şairdi de... Hindistan hatıralarına ait bir de eser yazmıştır. Buna Babürnâme denilmektedir.
Babür Şah, bütün şiirlerini öz Türkçe ile yazmıştı. Bu şiirlerde canlı, ince ve neşeli bir ruh hakimdir. Şiirleriyle aşkı pek güzel bir şekilde terennüm etmiştir. Bir şiirinde şöyle demektedir: Canımdan başka yâr-ı vefadâr bulmadım Gönlümden başka mahrem-i esrâr bulmadım Canım kadar başka dil-i efkâr görmedim Gönlüm gibi gönlü giriftâr görmedim Bir rubaisinde de şöyle diyor: Aşkınla gönül haraptır ben ne ideyim Hicrinle gözüm pür âbdır ben ne ideyim Cismim bükülmüştür ben ne ideyim Canımda çok ıstırap vardır ben ne ideyim. Hindistan’da büyük imparatorluk kuran büyük devlet adamı ve şair Babür Şah, 26 Aralık 1530 tarihinde Agra’da ölmüş ve cenazesi sonradan Kâbil’e götürülerek şehir dışında mükemmel bir türbeye gömülmüştür.
Babürnâme adıyla Çağatay Türkçe’si ile hatıralarını yazdığı eser, Abdurrahman Han tarafından Farsça’ya ve Pavet de Courteille tarafından da İngilizce’ye çevrilmiştir. Bundan başka Türkçe ve Farsça şiirleri, bir aruz risalesi, Mübîn veya Mübeyyen adlı manzum bir fıkıh kitabı da vardır. Kurduğu, büyük devlet ise 1858 yılında İngilizlerin Hindistan’ı istilası ile sona erdi. Aynı topraklar üzerinde bugün, kardeş Pakistan ve Hindistan hakimiyeti devam etmektedir.

Bâkî
16.yy Divan edebiyatının ünlü şairlerinden Bâkî (gerçek adı Abdülbâkî Mahmud'dur), 1526'da doğdu. Fatih Camii'nde görevli yoksul bir müezzin olan babası Mehmed Efendi tarafından, çocukluğunda saraç çıraklığına verildi. Bâkî, bu işi bırakıp genç yaşta medreseye girmeyi başararak çağının tanınmış bilginlerinden ders aldı. Medrese öğreniminin yanı sıra edebiyatla da ilgilendi; yazdığı şiirlerle dönemin ünlü ozanlarından Zatî'nin ilgisini çekti, dostluğunu kazanarak söyleşilerine katıldı. Yaşının üstünde bir olgunlukla kaleme aldığı kaside ve gazelleriyle ünü kısa sürede yayıldı.
1554'te Nahcivan seferinden dönen Kanunî Sultan Süleyman'a sunduğu kasidesi padişah tarafından çok beğenilen Bâkî, 1555 yılında hocası Kadızade Şemseddin Efendi Halep kadılığına atanınca, onunla birlikte gitti, bir yıl sonra da İstanbul'a döndü. Şiirden hoşlanmayan Rüstem Paşa'nın ölümünden sonra sadrazam olan Semiz Ali Paşa dönemi, Bâkî için parlak bir dönemin başlangıcı oldu. 1561'de danişmentliğe, 1563'te müderrisliğe atandı. Yıllarca Kanunî Sultan Süleyman'ın koruduğu Bâkî, padişahın ölümünden duyduğu acıyı, Kanunî Sultan Süleyman Mersiyesi'yle dile getirdi. Selim II tahta çıkınca, hemen onun için bir "cülüs kasidesi" yazdı ama, bunun bir etkisi olmadığı gibi, birkaç ay sonra Muradpaşa medresesindeki görevinden de alındı. 1569'da yeniden aynı medresenin müderrisliğine getirildi ve Sokullu Mehmed Paşa'dan destek gördü. Murad III'ün tahta çıkmasından sonra Süleymaniye (1575) ve Selimiye (1576) müderrisliğine getirilen Bâkî, 1579-1585 yılları arasında sırasıyla, Mekke, Medine ve İstanbul kadılıklarında bulundu.1585-1587 yılları arasında Anadolu Kazaskerliği yaptı. 1587'de bu görevden alındı ama, 1590'da aynı göreve yeniden getirildi; üç ay sonra da emekli oldu. 1595'te Mehmed III'ün tahta çıkmasından sonra, şeyhülislam olmak için çok uğraştıysa da bu isteğini gerçekleştiremeden, 1600 yılında hastalanarak öldü.
Yeteneğini, bilgisini düzenli bir çalışma yöntemiyle birleştiren Bâkî, daha on dokuz yaşındayken usta bir şair olduğunu kanıtlamıştı. Yaşamı Osmanlı İmparatorluğu'nun görkemli çağında geçen ozanın kaygısız, eğlenceli günlerinin izleri, şiirlerine de yansımıştır. Engin bir din bilgisi olmasına karşın, dinsel konulardan uzak kalan Bâkî'nin şiirlerinin özünü, yaşamın güzellikleri ile bu güzellikleri yitirme duygusu oluşturur. Saray çevresinde konuşulan dili, büyük bir ustalıkla kullandığı aruz vezniyle kaynaştırmayı bilmiş, sözcükleri, dilin doğal yapısını zorlamadan dizeler içinde eritmede başarılı olmuştur. Şiirlerinde coşkunluğa yer vermeyen, durgun ve sessiz bir söyleyişin güzelliğini yakalayan Bâkî'ye verilen Sultan-üş Şuara unvanı, güçlü üslubunun, incelikli imge gücünün yanı sıra, bir bakıma, dile olan egemenliğinden kaynaklanır. O şiirleriyle İran şiiri seviyesini geçmiştir. Kasideler de yazmış olan şairin, Divan'ının büyük bölümünü ses ve söz oyunlarıyla bezediği gazeller oluşturur. Divan edebiyatının en güçlü temsilcilerinden biri olan Bâkî, kendinden sonra gelen birçok şairi etkilemiştir. Divan dışında, Arapça'dan yaptığı çeşitli çevirileri vardır.

Balamir
Avrupa Hun İmparatorluğu'nu kuran hükümdar (4.yy.'ın ikinci yarısı). Doğu ve Batı Gotları ortadan kaldırdı. Hun topraklarını genişletti. Kafkasların güneyinde yaşayan Alanları, Don-Volga bölgesindeki Sarmat ve İskitleri buyruğu altına aldı. Daha sonra Doğu Got İmparatorluğu ile savaştı ve onları yendi(373-374 arası). Got kralı Ermanarik intihar etti. Balamir düşmana çok iyi davrandı. Memleketlerinde kalmalarına izin verdi. Kendilerine kral seçmelerini istedi. Yeni kral Vithimir Doğu Got İmparatorluğu'nu eski haline getirmek için çalıştı. Komşu kavimlere saldırdı. Balamir buna engel oldu. Vithimir öldürüldü. Halkı ise Batı Gotlara sığındı. Fakat bir gece ay ışığında nehri geçen Balamir, Gotları bastı ve bozguna uğrattı. Volga'dan Aşağı Tuna'ya uzanan Avrupa Hun İmparatorluğu'nu kurdu.

Barbaros Hayrettin Paşa
Barbaros, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğdu. Babası Midilli’ye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceova’lı Yakup Bey’dir. Yakup Beyin İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyaya gelmiştir. İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleri idi.
Hızır, Barbaros Hayrettin adı ile şöhret bulmuştur. Yakup Bey’in oğulları denizlere açılıp ticaret yapmaya başladılar. Oruç, Mısır, Trablus ve Şam tarafında, Hızır ile İlyas da Selanik tarafında ticaret yapmaktaydılar. İshak ise baba yurdunu bekliyordu. Hızır ile İlyas, Rodos Adasının önünden geçerken karşılarına, korsanlar çıkıverdi. Bu korsanlar, iki kardeşin mallarını yağma etmek istediler. Korsanlarla çetin bir mücadele başladı. Fakat bu çarpışmada İlyas şehit düştü. Hızır da esir edilerek Rodos zindanına hapsedildi. Hızır kısa bir zaman da korsanların elinden kurtuldu, ticareti bırakarak bu olayın etkisiyle korsan olmaya karar verdi.
O zamanlar Antalya’da Yavuz Sultan Selim’in kardeşi Şehzade Korkut valilik yapıyordu. Şehzade Korkut, Hızır’ı himayesine aldı. Ona 18 oturaklı bir perkende verdi. Barbaros yanına aldığı arkadaşları ile Akdeniz’e açıldı. Arkadaşlarına ilk söz olarak dedi ki: "Kovalayandan kaçmayacağız, kaçanı da kovalamayacağız!"
Barbaros kardeşi İlyas’ın intikamını almak için Rodos korsanları ile birçok çarpışmalar yaptı. Bunları her taarruzunda yenerek intikamını aldı. Bundan sonra yüzünü İtalya sahillerine çevirdi. Bu sahillerde birçok gemiler zaptetti. Barbaros kış geldiği zaman Afrika sahilinde bulunan Cerbe’ye gidiyordu. Barbaros Akdeniz’de dolaşırken ağabeyi Baba Oruç ise her tarafa büyük nam salmıştı. Bütün Hıristiyan gemilerini vuruyor, birçok ganimetler elde ediyordu. Avrupalılar Baba Oruç’a, kırmızı sakalından kinaye olarak (Barbaros) adını vermişlerdi. Baba Oruç, ölünce bu şöhret Hızır’a geçerek Barbaros adını aldı.
Barbaros ağabeyi ile birlikte çalıştı. On adet gemileri vardı. Bu iki kardeş Müslümanlara zulmeden İspanyollara hiç göz açtırmadılar. İspanyollarla bir savaşta Baba Oruç bir kolunu kaybetti. Artık Barbaros Akdeniz kıyılarından yalnız başına dolaşıyor, birçok gemileri vurarak ganimetlerle dönüyordu. Barbaros bir mevsimde 3800 esir ve 20 parça gemi elde etti.
Yavuz Sultan Selim padişah olunca, Barbaros Hayrettin yeni padişahı tebrik etmek için, Kemal Reis’in hemşirezadesi Muhittin Reis’le birçok hediyeler gönderdi. Yavuz Sultan Selim de Barbaros’a iki kadırga ile bir hil’at ihsan etti. Bundan sonra Barbaros, Cezayir’i hakimiyetine aldı.
Adeta Barbaros, Kuzey Afrika’nın bir hükümdarı mahiyetinde idi. İspanyollar Barbaros’u Afrika sahillerinden atmak için Tilmisan’ı zapta karar verdiler. İspanyollar karaya asker çıkararak, Barbaros kardeşlerle mücadeleye giriştiler. Bu savaşta, bir kolu olmayan Oruç Reis ile İshak Reis şehit düştüler. Barbaros, kardeşlerinin şahadeti üzerine şöyle feryat etti : Ah, bütün Frengistanı kılıçtan geçirsem, kardeşlerimle yoldaşlarımın intikamını alamam!
Barbaros, bu acıdan sonra artık Akdeniz’e aman vermiyordu. Ünü her yana yayılmıştı. Askerleri Akdeniz’de şu türküyü söylüyorlardı :
"Deniz üstünde yürürüz,
Düşmanı arar buluruz,
Öcümüz komaz alırız,
Bize Hayrettinli derler."
O sıralarda Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethetti. Barbaros, Yavuz’a Kurtoğlu Muslihiddin Reis’i göndererek fethettiği yerleri padişaha bıraktığını bildirdi. Artık Barbaros’la Avrupalılar hiç başa çıkamıyorlardı. “Barbaros geliyor!” sözünü duyan karada denize kaçıyordu. Barbaros sayesinde Türkler Akdeniz’e hakim oldular. Barbaros’un maiyetine girmiş olan Turgut Reis, Sinan Reis, Salih Reis, Aydın Reis’ler de her tarafı titretiyorlardı. Barbaros’un delaletiyle, Cezayir Osmanlılara bağlı bir eyalet oldu. Yavuz Selim de Barbaros’u bu eyaletin Emiri olarak tanıdı.
Yavuz Selim ölünce yerine Kanuni Sultan Süleyman geçmişti. O zamanlar Avrupa’nın en büyük imparatoru Şarlken idi. Kanuni karadan ve denizden onun nüfuzunu kırmak için savaşlara girişmişti. Denizlerde, başarı kazanabilecek tek adam Barbaros olabilirdi. Çünkü o zaferden zafere koşan bir denizciydi.
Kanuni Sultan Süleyman 1533 tarihinde Cezayir Emiri Barbaros’u İstanbul’a davet itti. O zamanlar Barbaros’un 18 parça mükemmel kadırgasıyla bir o kadar da korsan gemileri mevcuttu. Barbaros donanması ile İstanbul limanına girdi. Barbaros, Kaptan-ı Deryâ’nın Atmeydanı’ndaki konağına misafir edildi. Ertesi gün Barbaros ve 18 mücahidi Kanuni’nin huzuruna kabul edildi. Hepsi sıra ile ilerleyip Kanuni’nin elini öptüler. Güneşten tunçlaşmış çehreleri, nasırlı elleri ve iri vücutları dikkat çekiyordu. Kanuni Sultan Süleyman o dönemde Akdeniz’de Barbaros’tan sonra en büyük deniz amirali olan Andra Doria’yı sordu:
Padişahım, o herifin lakırdısı mı olur? Emredin gemilerini havaya uçurayım. Her tarafta arıyorum, ben yaklaştıkça o kaçıyor. Bu sözlerden hoşlanan Kanunî: Hızır Bey, sen bu dinin en hayırlı oğlusun. Bundan sonra adın Hayreddin olsun dedi.
Kanuni, Barbaros Hayreddin’i Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryalığı’na tayin etti. Bu suretle paşa rütbesini de kazanmış oldu.
Barbaros Hayrettin Paşa, 84 parça gemiden oluşan bir donanma ile Akdeniz’e açıldı. Barbaros, İtalya sahillerinde birçok kaleler ve şehirler fethine muvaffak oldu. Bu seferinde Fondi kalesinin kumandanlarından Vespasyo Kobona’nın genç ve güzel karısı Colya’yı kaçırmak istedi. Bu kadın Şükûfe-i Aşk lakabı ile şöhret bulmuştu. Barbaros bu kıza gönül verdi. Fakat kaçırmaya muvaffak olamadı.
Bundan sonra Barbaros Korfo adasını zaptederek, burada birçok ganimetler ve esirler ele geçirdi. Bunlarla beraber İstanbul’a döndü. Bu ganimetlerle esirleri padişahın huzurunda bir alay şeklinde geçirdi. Önde allar giyinmiş iki yüz genç erkek esirin ellerinde gümüş sürahiler ve kadehler ve onları takip eden diğer otuz esirin sırtında birer torba altın, daha sonra gelen iki yüz kişinin her birinin omzunda birer kese akçe bulunuyordu. En sonra 1000 kadar boyunlarından bağlı esirler ise birer top çuha taşıyorlardı. Bunlardan başka 1000 kız ve 500 oğlan da bunları takip etmekte idi. İşte Barbaros’un hediyeleri bunlardı.
Akdeniz’de Türk hakimiyetine son vermek üzere Papa III. Pol, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz hükümetlerinin donanmalarından oluşan bir deniz haçlı seferi hazırladı. Bu donanma Akdeniz’de Türk donanmasını tamamen mahvedecekti. Bu muazzam donanma Venedik Dukası Amiral Andrea Doria kumandasına verildi. Donanma 600 parçaydı. Bu donanma Preveze önlerinde demirledi.
Barbaros, Andrea Doria’nın büyük bir donanma ile Preveze önlerine geldiğini duyunca donanmasını hazırladı. Türk donanması 122 parça gemiden ibaretti. Türk donanması Preveze limanı önünde harp nizamı aldı. Türk donanması merkez, sağ ve sol kanat olmak üzere üç gruba ayrıldı. Sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta Seydi Ali Reis, ihtiyatta Turgut Reis ve merkezde Barbaros yer aldılar. Türk donanması yarım daire şeklindeydi. Haçlı donanması büyük olmasına karşılık, Türklerin manevî kuvveti pek yüksekti. İlk defa haçlı donanması şiddetli bir topçu ateşi açtı. Bu topçu ateşine karşılık olmak üzere donanmada bulunan Mehter takımı savaş parçaları çalmaya başladı.
Türk gemileri ağır ağır düşmana doğru ilerlerken bütün asker Allah! Allah! sesleri ile etrafı inletiyorlardı. Korkunç bir fırtına halinde ilerleyen Türk gemilerini gören düşmana bir ürperti geldi. Donanmalar birbirine yaklaştılar. Top, kurşun her tarafa ölüm saçıyor, gemiler yanıyor, Türk leventleri ellerindeki palalarla dehşet saçıyorlardı. Kısa bir zaman denizin üstü kanlı cesetlerle dolup taştı. Türk leventleri önüne gelen gemilere rampa ederek kancalıyorlar, ve ellerindeki palalar, baltalarla düşmanlarının üzerine atlıyorlardı.
Bu korkunç sahneyi gören gerideki gemiler kaçmaya başladılar. Artık zaferin yüzü Türk Milletine gülmüştü. Andrea Doria mağlubiyeti kabul ederek, sakalını yola yola firar etti. İki eline iki gülle alıp dövünmeye başladı. Fakat iş işten geçmiş, Preveze zaferini Barbaros Hayrettin Paşa kazanmıştı. Bu savaşta düşmanın 130 parça gemisi batmıştı. Barbaros Akdeniz’in en büyük deniz savaşını 28 Eylül 1538 tarihinde kazanmaya muvaffak oldu.
Artık Barbaros iyice ihtiyarlamıştı. 4 Temmuz 1546 yılında İstanbul’da 73 yaşında vefat etti. Barbaros’un türbesi Beşiktaş’tadır. Bu türbenin bulunduğu meydana Barbaros’un bir heykeli dikilmiştir. O, türbesinin de deniz seslerini dinleyerek ebedi istirahatgahında yatmaktadır.
Fakat o, Türk denizcilerinin bir manevi kudret kaynağı olarak ebedileşmekte, bu da denizcilerimizin her sene onun türbesi önünde yaptıkları törenlerle dile getirilmektedir.

Bayan Kağan
Genç yaşta Avar İmparatorluğu tahtına çıktı. Uzun süre hükümdarlık yaptı (565 - 601). Bayan Kağan zamanında Avar toprakları Merkez Macaristan olmak üzere Elbe, Alpler, Sava vadisinden Don'a kadar uzanıyordu. Kağanlığının ilk yıllarında Longobard kralı Alboinin müttefiki olarak Gepidlere karşı diğer yıllardaysa çok kere Bizanslılarla savaştı ve galip geldi. Sertliği ve kibirliliği yanında iyi kalpli ve âlicenaptı. Bizanslılarla yaptığı son savaşta Priscus'a yenildi(600). Bu tarihten sonra Bayan Kağan'ın adı geçmedi.

Bilge Kağan
Kutluk Kağan'ın büyük oğlu. 684 yılında doğdu. Babası Kutluk Kağan öldüğü zaman kardeşi Kültigin ile birlikte, küçük yaşta olmaları sebebiyle, amcaları Kapağan Kağan'ın ve Vezir Tonyukuk’un himayesinde büyüdü. O zaman Bilge Kağan 8, Kültigin Han 7 yaşında idiler. Amcası Kapağan Kağan tarafından 14 yaşında “şad” tayin edilerek devlet hizmetine girdi. Vezir Tonyukuk kumandasında, Göktürk Hakanlığı'nın İnal ile birlikte sevk ettikleri batı orduları grubunda yer aldı. İnal Kağanla birlikte Altayları aşarak Bolçu’da On-ok ordusunu mağlup etti ve Seyhun (Sir derya= İnci Nehri) kıyılarına ulaştı. Tonyukuk’un başkumandanlığını yaptığı bu ordunun başında Maveraünnehir’e kadar dayanan Bilge Kağan, Kızıl Kum Çölü'ne girerek güney istikametini aldı. Göktürk Abideleri'nde tezik şeklinde zikredildiği gibi, ilk defa olarak batıda Müslüman Araplarla karşılaşıldı (701). 709 yılında Kırgızların komşusu olan ve Yukarı Kem-İrtiş arasında bulunan Çikler ile Isıg Gölünün batısında yaşayan Azları, Hakanlığa bağladı. 710 yılında kardeşi Kültigin'le birlikte zaman zaman başkaldıran Kırgızları mağlup etti. 714’te Çin’in yığınak merkezi olan Beşbalık’ın kuşatılmasına, İnal Kağan, Tung-lu Tekin ve eniştesi ile birlikte katıldı. 22 Temmuz 716 tarihinde Çinlilerle münasebet kuran Bayırkular’ın amcaları Kapağan Kağan'ı pusuya düşürerek öldürmeleri üzerine karışıklığa sürüklenmiş olan devletin yükünü, Kapağan Kağan'ın oğullarını ve taraftarlarını bertaraf ederek, kardeşi Kültigin’le birlikte yüklendi. Kültigin’le birlikte seferler yaptı. Memlekette karışıklıklar çıkaran Dokuz Tatarlar ve Oğuzlar üzerine yürüyerek bozguna uğrattı. Kültigin’in ısrarı üzerine 716 yılında hükümdar oldu. Göktürk orduları başkumandanlığını yüklendi. O zamana kadar bu vazifede bulunan baba yadigârı, Bilge Kağan'ın kayın babası vezir Tonyukuk da devlet müşaviri olarak kaldı. İçte ve dışta yaptığı mücadelelerde büyük başarılar kazandı. Yurtsuz milleti yurtlu, fakir halkı zengin ettiği gibi, devleti ve milleti için canla başla çalıştı. 717 yılında Uygur İl-teber’i Kargan Savaşı'nda yendi. Bir yıl sonra da isyana teşebbüs eden Karluklarla savaştı ve galip geldi.
Bilge Kağan, Çinlilerle iyi münasebet kurmak istiyordu. Bu Tonyukuk’un da arzu ettiği bir durumdu. Fakat Çinliler, Türk birliğini bozmak için Beşbalık’taki Basmıllar ile anlaşmışlardı. Bütün bunlar, Çinlileri çok iyi tanıyan ve vaktiyle Kutluk (İlteriş) Kağan'la birlikte istiklal mücadelesi veren Vezir Tonyukuk tarafından gayet iyi biliniyordu. Onun planı sayesinde Basmıllar, Beşbalık’ta kuşatılarak mağlup edildi. Entrikalarının boşa çıktığını gören Çin de baskı altına alındı. Çin ordusu, Kan-su’da bozguna uğratıldı (Eylül 720). Daha sonra çeşitli seferler düzenlendi. Kitanlar ve Tatabılar saf dışı bırakıldı (722-723). Bütün bu hadiselerden sonra Çin, iyi geçinme noktasına geldi. 725 yılında Çin İmparatoru tarafından gönderilen elçiyi Bilge Kağan, Kültigin ile Tonyukuk’un hazır bulunduğu bir mecliste kabul etti.
Bilge Kağan, 725 yılında kayınbabası Tonyukuk’u, 731 yılında da 47 yaşında olan kardeşi Kültigin’i kaybetti. Bu iki Türk büyüğünün ölümü, hakanlıkta büyük boşluklar meydana getirdiği gibi, millet de, başta Bilge Han olmak üzere büyük üzüntü içine düştü. Orhun Kitabeleri’nde bu husus: “Küçük kardeşim Kültigin öldü, görür gözüm görmez oldu, bilir bilgim bilmez oldu, zamanın takdiri Tanrı’nındır. Kişi-oğlu ölmek için yaratılmıştır, kendimi bıraktım, gözden yaş akıtarak, gönülden feryad ederek yanıp yakıldım” şeklinde Bilge Kağan’ın ağzından, kendi inançlarına göre, bir nevi tevekkül içinde anlatılmaktadır. Bu iki büyük millet ve devlet emektarının hatırasına, Bilge Kağan zamanında bengü taşlar (kalıcı eserler) dikilmiş, hizmetleri ve düşünceleri kendi ağızlarından verilmiştir.
734 yılının yazında K’i-tan ve Tatabılara karşı Töngez Dağı'nda kazanılan savaş, Bilge Kağan'ın en son zaferi oldu. Bütün ömrünü milletinin birliği ve büyüklüğü için geçirmiş olan Bilge Kağan'ın, 19’u “şad” 19’u da “kağan” olmak üzere 38 senelik bir hizmeti vardır. Bilge Kağan'ı, son zamanlarında Çinli bir prenses ile evlenme arzusu ile Çinlilerle işbirliği yapan bakanı Buyrak Cor zehirledi. Yatağında hasta yatarken, kendisini zehirleten bakan ve yardımcısını öldürten Bilge Kağan, 25 Kasım 734 tarihinde, milleti büyük bir yas içinde bırakarak 50 yaşında vefat etmiştir. Adına, oğlu tarafından Baykal Gölü'nün güneyinde, Orhun Nehri Vadisinde, Koşo Tsaydam Gölü civarında Bilge Kağan Abidesi diktirilmiştir. Abideyi, yeğeni Yollug Tigin kaleme almış ve 34 günde tamamlatmıştır.
Bilge Kağan’ın en büyük hayali milletini yerleşik hayata geçirip onları şehirlerde oturtmak idi. Ama buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak, “Türkler, Çinlilerin yüzde biri kadar bile değildiler. Su ve otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler. Güçsüz bulunca bozkırlara çekilir, mücadele ederler. Çinlilerin sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkleri surlarla çevrili bir kentte toplarsanız ve bir kez Çin’e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz ” dedi.
Biruni
Türk Dünyası'nın yetiştirdiği büyük bilim ve din adamlarından olan Biruni, bugün İran sınırları içinde bulunan Kas şehrinde 973'te doğdu.
Harezm Türklerinden olan ve küçük yaşta babasını kaybeden Biruni, kabiliyetleri ve zekasıyla hemen dikkatleri çekti. Harezmşah hanedanından meşhur matematikçi Ebu Nasr Mansur, Biruni'yi himayesine alarak yetiştirdi. Astronomi çalışmalarına 995'te başlayan Biruni, Harezm civarındaki Buşkatir'de, güneşin ve gezegenlerin deklinasyonlarını (meyillerini) tespit etti. Dönemin önde gelen astronomlarıyla birlikte çeşitli rasat çalışmaları yapan Biruni, 44 yaşındayken Gazneli Mahmut'un himayesine girdi ve çalışmalarını onun himayesinde sürdürdü. 1011'de Kabil'de çalışmalar yaptı.
Gazneli Mahmut'un Hindistan seferine, başdanışman ve hazindar olarak katıldı. Hindistan'ın fethinden sonra burada çeşitli ölçümler yapan Biruni, yerkürenin yarıçapını gerçeğe çok yakın şekilde hesapladı ve dünyanın yuvarlak olduğunu, tereddüde meydan bırakmayacak şekilde açıkladı. Arapça ve Farsça'nın yanı sıra Sanskritçe, İbranice, Rumca, Süryanice ve Yunanca’yı da öğrenen Biruni, astronominin yanı sıra tıp, fizik, matematik, tarih, kronoloji, jeodezi ve din ilminde de büyük ilerleme gösterdi. Bu bilim dallarında, toplam 196 eser yazdı.
Sahip olduğu ilmi araştırma metodu sebebiyle, bilim tarihçileri Biruni'yi, bütün zamanların en büyük mütefekkirleri (alimleri) arasında sayar. Yerçekimi kanunu konusunda, İngiliz Newton'dan önce incelemeler yapan Biruni, dünyanın merkezinin cisimleri çektiğini ve bu yüzden, dünya dönmesine rağmen, üzerindekilerin boşluğa fırlamadığını izah etti. Biruni, 1049'da Gazne'de vefat etti.

Bumin Kağan
Göktürk İmparatorluğu'nun kurucusu ve ilk hükümdarı. Göktürkler târih sahnesine çıktıkları sıralarda Juan-Juanlara tâbi olarak, Altay Dağları'nda geleneksel sanatları demircilikle uğraşıyorlar ve bu devlete silah îmâl ediyorlardı. Devrin Çin yıllıklarından, Göktürklerin bu sıralarda da dağınık halde bulunmadıkları ve federatif bir mahiyette Juan-Juanlara bağlı oldukları görülmektedir. Nitekim Tu-wa adlı başbuğun yerine hânedânın başına geçen Bumin, 534 yılında Kuzey-Tabgaç idârecileriyle siyâsî münâsebet kurdu. 542’de akıncıların başında Huagn-ho Nehri yakınlarına kadar ilerledi. 546’da Juan-juan Devletine karşı ayaklanan Tölesleri itaat altına aldı. Bu başarısından sonra Juan-juan Devleti hükümdarı ile eş değerde olduğunu göstermek maksadıyla kızına tâlip oldu. Ancak bu isteğinin kabaca reddedilmesi üzerine üst üste vurduğu darbelerle Juan-Juan Devleti'ni çökertip arâzisini tamâmen hâkimiyeti altına aldı. İl-kağan unvanını alarak tahta çıktıktan sonra eski Hun başkenti Ötüken’i ele geçirerek devlet merkezi yaptı (552).
Bumin Kağan, hükümdarlığını ilan ettikten sonra, küçük kardeşi İstemi’ye, Yabgu unvanıyla ülkenin batı kanadının idâresini verdi. İstemi Han, yeni yerler fethederek Batı Göktürk Kağanlığı'nın temellerini atarken, Bumin Kağan, tahta çıktığı yıl içerisinde öldü. Yerine, oğlu Kolo (Kara) ve bunun genç yaşta ölümü üzerine de diğer oğlu Mukan Kağan geçti.
Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm’i yaymak hevesine kapıldı. Tapınaklar yaparak Türkleri Budist yapmak arzusunu taşıdı. Vezir Tonyukuk, bu düşünceye de karşı çıkarak, Budizm’in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk milletinin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söyledi. Bilge Kağan, çok itibar ettiği Veziri Tonyukuk’un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu planları yapmadı.

Bursalı Tahir Bey
Bursalı Tahir Bey, 23 Kasım 1861'de Bursa'da, Yerkapı Mahallesi'nde doğdu. Sultan Abdülmecit zamanının komutanlarından Mirliva Tahir Paşa'nın torunudur. Babası Rıfat Bey, Plevne Savaşları sırasında orduya gönüllü yazılmış ve bu savaşlardan geri dönmemiş bir şehittir. İlk öğrenimini, evlerinin hemen karşısındaki Taş Mektep'te bitirdi. Mülkiye Rüşdiyesi'ni 1875'de birincilikle bitirmiştir. Sonra Bursa Askerî İdadisi'ne girdi. Bu okulu da birincilikle bitirerek Harp Okulu'na geçti. Tahir Bey, Harp .Okulu'nun da birincisidir. O okullarda, birinciliği kimseye kaptırmamış, çalışkan bir öğrenci idi. Bütün hayatı da bu çalışkanlık fırtınası içinde geçmiştir.
Tahir Bey, Harp Okulu öğrencisi iken, tasavvufa merak saldı. Daha çocuk yaşlarında iken tekkelere girenleri merakla seyreder, zikir seslerini merakla dinlerdi. İstanbul'da bir yandan okuluna devam ediyor, bir yandan da cuma günleri tekkelere gidiyordu. Bunlardan, Hariri Zade Kemaleddin Efendi'ye mürit oldu. Bu şeyhin aracılığı ile, daha sonraları görevle Makedonya'da bulunduğu sıralar, Usturumca'da oturan Şeyh Mehmet Nur-ul-Arabi ile tanıştı ve Melâmi olan bu şeyh, Bursalı Tahir Beyi de kendi melâmetine aldı.
1881 yılında Harp Okulu'nu teğmen olarak bitiren Tahir Bey, Manastır Askerî Rüştiyesi coğrafya öğretmenliğine tayin edilmiştir. Bu görevde 1890'da yüzbaşı olana kadar kalmış ve 1890'da yüzbaşı olunca, yine aynı öğretmenliği bu sefer Üsküp Askerî Rüştiyesi'nde sürdürmüştür. 1896'da Manastır Askerî Rüştiyesi'ne müdür oldu. Rütbesi kolağasına yükseldi. İşte bu sırada Atatürk'e bir süre öğretmenlik ve müdürlük yapmıştır. Daha sonra, Atatürk'ün kuracağı gizli cemiyete girmesinin sebebi, burada birbirlerine karşı duydukları sevgi ve güvendir.
1906'da Mustafa Kemal, Suriye'de birkaç arkadaşı ile kurduğu "Vatan ve Hürriyet" adlı gizli cemiyeti geliştirmek için Selanik'e gizlice geçince, orada eski müdürü, hocası Bursalı Tahir Bey'i bulmuş ve heyecanla yaşadığı düşüncesini kendisine açmıştır. Bursalı Tahir Bey, öğrencisinin fikirlerine hemen katıldı ve derneğe yazıldı. Bilindiği gibi bu dernek, bir yıl kadar yaşayacak, daha sonra, merkezi Paris'te olan "İttihat ve Terakki" cemiyetine katılacaktır. Nitekim Bursalı Tahir Beyde böylece İttihat ve Terakki fırkasının ileri gelenleri arasına katılmıştır.
Tahir Bey'in bu çalışmaları gizli kalmadı ve bir ihbar, Tahir Bey'i güç duruma soktu. Fizan'a sürülmesi kararı çıkmıştı. O yıllarda "Fizan", gidenin dönmediği bir menfa idi. Tahir Bey'in oraya gitmesi demek, mahvolması, yok olması demekti. Bu sırada Bursa Askerî Lisesi'nden bir arkadaşının yardımı ile Fizan'a sürülmekten kurtulmuştur. Bu arkadaşı, İstanbul'da sarayda, Padişah'ın Has Anbarlarının imrahoru Faik Paşa idi. Faik Paşa araya girdi, iltimas etti, rica etti. Bursalı Tahir Bey'in Fizan sürgününü, Manisa'nın Alaşehir kazasında Redif Taburu Komutanlığı'na çevirmeye muvaffak oldu. 1908 devriminden sonra Tahir Bey, Bursa'dan milletvekili seçilip Meclis-i Mebusan'a girmişse de, politikadan hoşlanmıyordu. İttihat ve Terakki fırkasının politikasını da eleştirmekte idi. Bu yüzden, bir daha seçimlere katılmadı. Tekrar mesleğine döndü. Birkaç askerî görevde bulunduktan sonra emekli olarak kendisini fikir çalışmalarına verdi.
Bursalı Tahir Bey'in en önemli eseri, "Osmanlı Müellifleri" dir. Osmanlı Devleti’nin ilk günlerinden, eserin yazıldığı tarihe, yani 1914'e kadar gelen ve mesleklerinde eser yazmış olan Türk mutasavvıflarının, din bilginlerinin, şair ve ediplerin, tarihçilerin, coğrafyacıların,hekimlerin, matematikçilerinin kısa biyografileri ile, eserlerinin adlarını ve elyazması olanları, hangi kitaplıklardan hangi numara ile bulunduğunu gösteren bu değerli eser, günümüzde de, konusunda tek sağlam kaynaktır. İnsanüstü bir çalışmanın eseridir. Bir insan, bütün hayatını bu tek esere ayırsa, ancak üstesinden gelebilir. Böyle olduğu halde ve Tahir Bey'in ayrıca bir mesleği bulunduğu halde, başka eserler de vermiştir. "Delilü’t-Te-fasil" tefsirleri kılavuzu, Muhittin-i Arabi'nin biyografisi "İslamiyet Gözünde Fukaralık", "Osmanlı Mısra ve Beyitlerinden Seçmeler", "Türklerin Bilim ve Fenne Hizmeti", 12 bilgin ve Türk büyüğünün biyografisi bunlar arasındadır.
Ayrıca Hacı Bayram Veli üzerinde en sağlıklı bilgileri, yine Tahir Bey'in bu isimdeki kitabında bulmak mümkündür. Osmanlı tarihçilerinden Ali ve Katip Celebi'nin biyografileri, değerli kaynaklardır. Bursalı Tahir Bey, birbirinden değerli 16 eser bırakmış ve 1925'de hayata gözlerini yummuştur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|